Trafiğin yoğun olmadığı bir saatte, kalkış noktasından otobüse bindiğim için oturabileceğim bir sürü yer vardı. Bu durumun verdiği heyecan ve neşeyle en arkaya kadar ilerleyip karşılıklı duran koltuklardan birine oturdum. Otobüsün bu kısmı dört kişinin karşılıklı vaziyette oturabileceği şekilde tasarlanmıştı ve bazen dört insanın hiçbir iletişim kurmadan yolculuk yapmayı nasıl başardığını düşünmeme sebep oluyordu. Bazen de dört yabancı insanın nasıl bu derece samimi olup bütün otobüsü gürültüyle doldurduklarına şaşırıyordum.

Cam kenarında yerimi almıştım ki karşıma iki genç kız oturdu. Burada kadın mı demeliydim bilmiyorum, zira son zamanlarda bir “Kadın diyeceksin!” baskısı var ve bu durum beni tedirgin ediyor…

Her neyse, karşımdaki kızların muhabbeti ister istemez kulağıma geliyordu tabii, sakın yanlış anlamayın ben dinlemiyordum, sesler benim kulağıma geliyordu. Şimdi “duyduğum” bu sesleri aynen aktarıyorum:

-Halan nasıl?

-İyi valla, nasıl olsun… Kızı oldu onun biliyorsun…

-Aa, bilmiyordum kız! Ne zaman oldu?

-Valla iki ayı geçti ya…

-Yapma ya, hiç haberim olmadı valla. Adını ne koydular?

-Minel

-Minel mi? Hiç duymadım öyle bi’ isim.

-Duymadın mı? Kur’an’da geçiyor…

-Allah Allah…

-Tabii, bilmiyor musun gerçekten?

-Yoo…

-Min’el cinneti ve’nnas… Hiç duymadın mı kızım?

Güldüğümü belli etmemek için kafamı çevirip elimi ağzıma götürdüm ama biraz düşününce bunun ağlanacak bir durum olduğunu idrak ettim.

Birçoğumuz biliriz ki –min ve –el takıları Arapça’da tek başına bir anlam ifade etmeyen eklerdir. Yani ayeti referans alarak Kur’an-ı Kerim’den çocuklarına isim seçtiklerini sanan ebeveynlerin bu konuda dikkatli olması gerekir.

Bir adam Hz. Ali’ye gelip “Çocuğum oldu Ya Ali. Onu nasıl eğiteyim?” diye sorduğunda Hz. Ali’nin cevabı günümüz pedagoglarının yeni keşfettikleri bir gerçeğe işaret eder:

-Eğitimine başlamak için çok geç kalmışsın.

Çocuğun ruhsal gelişiminin de anne karnında başladığına işaret eden bu cümle önümüzde dururken isim koyma noktasında ne kadar hassas davranmamız gerektiğine dair fazla şey söylemeye gerek yok.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sas) isim koyma konusunda bizlere bazı tavsiyelerde bulunmuş, hatta bazı sahabelerin isimleri anlam bakımından hoş olmadığı için değiştirilmesini istemiş, bazen de çocuklara koyulacak isimlere müdahale etmiştir. Örneğin torunlarına “güzellik” kavramını ifade eden Hasan ve Hüseyin isimlerini vermiştir.

Yazıyı, yine böyle bir şubat ayında bedenen aramızdan ayrılan merhum Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’dan dinlediğim bir anekdotla sonlandırayım:

“Çanakkale veya İstiklal Harbi sırasında düşman devletler, cephede karşı karşıya oldukları Türk milletini daha yakından tanımak ve durumlarını gözlemlemek amacıyla bölgeye ‘gazeteci’ler göndermeye karar vermişler. Anadolu’da gözlemler yapan bir gazeteci, bu necip milletin asla yok edilemeyeceğini söyleyerek bu tezini yaşadığı şu olayla açıklamış:

-Anadolu’nun ücra bir köşesinde, üstü başı perişan, durumlarının iyi olmadığı her halinden anlaşılan üç çocukla karşılaştım. Çocuklar babalarının farklı cephelerde şehit olduğunu ve kendilerine yaşlı bir teyzenin sahip çıktığını söylediler. O sırada yaşlı kadın başını pencereden çıkararak çocuklara adlarıyla seslendi:

-Mücahid, Muzaffer, Gazanfer…

Böylesine tükenmiş bir halde iken bu isimleri taşıyan çocuklara sahip olan bir millet, ortadan kaldırılabilir mi?”