“Bir mesele, bir (1) meseledir. Elbette ki onu doğuran ve onun doğuracağı meselelerden bağımsız değildir.

Ancak, onu doğuran ve onun doğuracağı meseleler de tek başlarına bir (1) meseledir. Dolayısıyla,

bir meseleden bahsederken, onu doğuran ya da onun doğuracağı meseleleri asıl mesele kadar tahlil etmeye

kalkarsanız, mesele sayısı geometrik olarak bir anda çoğalır ve cümle dahi kuramayacak hale gelirsiniz.”

Gözün gözü görmediği bir dönemden geçiyoruz. Bu ilk değil, Allah biliyor ya, son da olmayacak.

Bilhassa böylesi dönemlerde, (Twitter, Facebook ve sair “kolay ahkam kesme” ortamına “sahip olduğumuz”) bugünün şartlarında, genç kardeşlerimizin pek çoğu “ahkam kesme” akıntısına kapılıp saçma sapan yorumlarla ofsayta düşüyorlar. Kendilerine de, hitap ettikleri kimselere de yazık ediyorlar.

2013 yılında, yine “gözün gözü görmediği” bir dönemde Sancaktar dergisinde “15-20 yaş arası kardeşlerime” hitaben buna dair bir yazı kaleme almıştım.

Mevzubahis “sanal ortamda” 15-20 yaş sınıfının çok üstünde olan bir yığın kimse de var elbette, ama, yazıda da belirttiğim üzere, “onlar zaten her şeyi biliyorlar!”

Arz ederim.

*****

Merhaba arkadaşlar. Ben Fatih Mutlu. Bu hafta sizlere bir meseleye tam olarak nasıl bakmamız gerektiğini kalemim yettiğince anlatmaya çalışacağım. Anlatacağım şeyleri ve çok daha fazlasını sizden büyük ağabeyleriniz, ablalarınız zaten bildikleri için başlıkta “15-20 yaş arası” kısıtlamasını belirttim! Muhtemelen aranızda bu hususu benden daha iyi bilenler de vardır ama kendimin bu hususu “15-20”den çok sonra öğrendiğim hatrıma gelince, bunun sıkıntısını çok çektiğim hatrıma gelince, belki kardeşlerime bir faydam dokunur diye düşündüm.

(Öte yandan, 15-20 yaş arası iseniz ve yazıyı baştan başlayıp şu an okuduğunuz cümleye kadar okumaya devam ettiyseniz, bir ağabeyiniz olarak söylüyorum, alnından öpülecek gençlersiniz. Evinizden kalkmışsınız, gazete bayiine gitmişsiniz, Sancaktar almışsınız, sayfaları çevirmişsiniz, bu yazının olduğu sayfaya gelmişsiniz, başlığı görmüşsünüz, okumaya başlamışsınız ve bu satırlara kadar gelmişsiniz… Zamanımızda böyle gençler bulmak çok zor.)

Evet, her neyse… Şimdi dilerseniz konumuza dönelim. Başlamadan önce bir hatırlatma yapayım: Birazdan okuyacaklarınızı, kendinizi hem etken hem de edilgen konumda düşünerek değerlendirin lütfen.

Evet, bir meseleye tam olarak nasıl bakmalıyız?

Tam olarak şöyle bakmalıyız:

1Öğrenmek, tartışmak ya da ifade etmek üzere baktığınız bir meseleyi, asla ve asla, Kur’an-ı Kerim’i, Siyer-i Nebi ve Hadis-i Şerifleri, peygamberlerimizin hayatlarıyla aydınlanan insanlık tecrübelerini merkeze almaksızın değerlendirmeyin.

2Bir mesele, bir (1) meseledir. Elbette ki onu doğuran ve onun doğuracağı meselelerden bağımsız değildir. Ancak, onu doğuran ve onun doğuracağı meseleler de tek başlarına bir (1) meseledir. Dolayısıyla, bir meseleden bahsederken, onu doğuran ya da onun doğuracağı meseleleri asıl mesele kadar tahlil etmeye kalkarsanız, mesele sayısı geometrik olarak bir anda çoğalır ve cümle dahi kuramayacak hale gelirsiniz. Sözgelimi “evlilik iyidir” gibi zamanlar ve mekanlar boyunca yeryüzündeki insanların kahir ekseriyetinin onaylayacağı bir önerme üzerine bir konuşma yapacaksınız. “Evlilik iyidir” hakkında konuşmak istediğinizde “evlilik iyidir” hakkında konuşursunuz. Elbette ki Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde evliliğin tavsiye edildiği hükümleri, evliliğin insan fıtratıyla ilişkisini, farklı formlarda da olsa insanlık tarihindeki her medeniyetteki baskın rolünü anlatabilirsiniz. Bunları anlatırken size Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde boşanmaya cevaz veren, hatta yer yer boşanmayı tavsiye eden hükümlerden bahis açarak, “bunları da anlatsana” diyenler olabilir. Dahası, “şu şu hallerde boşanmak evli kalmaktan daha iyidir” gibi bir hükmü, “boşanmak evli kalmaktan daha iyidir” diye karşınıza çıkaranlar da olabilir. Eğer bir meseleyi bir (1) mesele olarak görmez de, boşanmayla ilgili hususlarda fikirlerinizi açıklamaya kalkışırsanız müthiş bir bataklığa adım atmış olursunuz. Çünkü bu sefer de önünüze, evlilikteki anlaşmazlıkların boyutları hakkında yeni bir tartışma konacaktır. “Hangi haller şiddetli geçimsizlik sayılır?”, “Hangi hallerde susmak konuşmaktan evladır?”, “Hangi hallerde ayrı yaşama karar verilmeli?” ya da “Hangi hallerde boşanma davasından feragat edilmelidir?” gibi yığınla başlık açılabilir. Dikkat ederseniz, bu başlıkların her biri “evlilik iyidir” önermesi kadar kapsamlıdır. İnsanoğlunun ittifak ettiği bir mesele hakkında yaptığımız şu kadarcık zihin jimnastiğinde dahi gördüğünüz üzere, ipin ucunu kaçırırsanız konuşmaya başladığınızda konu neydi, onu bile unutursunuz.

3Zihin, dil ve kalem farklı yeteneklerle donatılmıştır. Kapasiteleri de farklı farklıdır. Bir meseleyi en saf haliyle, uçsuz bucaksız bir düzlem olarak zihninizde değerlendirebilirsiniz. Dilin ve kalemin düzlemi ise uçlu bucaklıdır ve bunlar ancak belirli formlarla kullanılabilir. “Dil”i ele alalım mesela… Zihninizde özgürce evirip çevirdiğiniz ve ifade edilmeye hazır hale getirdiğiniz bir düşünceyi dil vasıtasıyla aktarmak istediğinizde, en başta, aktarmak istediğiniz lisana uygun bir cümle kurmalısınız. Dahası, “dil”i günlük konuşmada, bir televizyon programında ya da akademik bir sunumda kullanmanıza bağlı olarak, kuracağınız cümlenin yapısı, içeriği ve ebadı da değişecektir. “Kalem” ise, “dil”den daha sıkı disiplin kurallarına bağlı olarak çalışmak durumundadır. Meselenizi şiirle, romanla, akademik makaleyle, köşe yazısıyla, mektupla ya da başka bir türle ifade etmeye karar verdiğinizde, bir anda o türün hiç değilse temel ilkelerine riayete azami özen göstermek durumunda kalırsınız. Takdir edersiniz ki, bunların herbiri farklı biçim ve içerikleri karşılar. Dolayısıyla, bir meseleyi değerlendirirken, onun o sırada hangi araçla çalıştırıldığına, yine dolayısıyla, biçiminin, içeriğinin ve hacminin de buna bağlı olarak şekillendiğine dikkat etmezseniz, anlamakta da anlatmakta da güçlük çekersiniz (Bu konuda, Ahmet Davutoğlu Hoca-mız’ın, “Küresel Bunalım” kitabına yazdığı ve en az kitabın tamamı kadar muhteşem önsözü okumanızı hararetle tavsiye ederim.)

4Sinemada senaryonun temel ilkelerinden birisi (ki, insanlığın kadim hikayeleme alışkanlıklarının üzerine, kadim hikayeleme alışkanlıkları da kadim iletişim kültürü üzerine kurulmuştur), yan hikayelerden hiçbirinin hiçbir zaman ana hikayenin önüne geçmemesi gerektiğidir. Eğer yan hikayede anlatmak istediğiniz şey o an sizin için ana hikayedekinden daha önemliyse, yan hikayenizin ana hikaye olduğu bir başka senaryo yazmanız gerekir. İlki başka bir film olur, ikincisi başka… İkisi de sizden çıkmıştır, ikisi de aynı şeyi söylemek üzere ortaya konmuştur ama ilki başkadır, ikincisi başka. Dolayısıyla, bir (1) meseleyi ele alırken de, o meseleyi doğuran ya da onun doğuracağı meseleler hakkında konuşmak istediğinizde, onlardan birini bir (1) mesele yapıp temelde ele almaya niyetlendiğiniz bir (1) meseleyi gölgelerseniz, iletişim kurmakta güçlük çekersiniz. Burada da en iyi yöntem, başka bir gün ya da başka bir yerde o bahis için tali olan meselelerinizden birini (1) ana mesele olarak ele aldığınız yeni bir bütünlük oluşturmanızdır. Ve yine dolayısıyla, her iki ihtimalde de, başlıklarınız ve içerikleriniz farklı olsa da siz sizsinizdir, aynı şeyi söylüyorsunuzdur.

5“İstisnalar kaideyi bozmaz” hükmü de, “istisnalar müstesna” hükmü de insanlık tecrübelerinden doğmuş ifadelerdir. Bu yüzden, ikisi de doğrudur. Bir mesele hakkında karara varırken elbette ki o meselenin istisnalarını dikkate almak zorundasınız. Fakat adı üstünde, bunlar istisnadır. Eğer zihninizde bunların istisna olmadıklarına dair bir şüphe uyanırsa ya da istisnanın kendisinin kural olduğunu iddia edenlerle karşılaşırsanız, oturur değerlendirirsiniz. Şüpheleriniz haklı çıkar ya da iddiaları doğrulayacak şeylerle karşılaşırsanız, başta vardığınız kararı terk edersiniz. Tersi olursa kararınızda sebat edersiniz. Bir önceki maddeyle bağlantılı olmak üzere, önünüzde duran en büyük tehlike, hükmünüzün istisnasına gereğinden fazla konsantre olup hükmünüzün de istisnasının da özünden uzaklaşmaktır. Bu ihtimalde, bir süre sonra kendinizi “istisnalar kaideyi bozmaz”cılarla “istisnalar müstesna”cılar arasında laf yarıştırırken bulur, hiçbir mesele hakkında dörtbaşı mamur bir karara varamazsınız.

6Latincede “ad hominem” diye adlandırılan bir durum vardır; Türkçesine kabaca “safsata” ya da “çarpıtma” diyebiliriz. Bunun ne olduğunu çok iyi anlatan bir fıkra var, şimdi onu sizlerle paylaşmak istiyorum:

Soğuk Savaş günlerinde bir Amerikalı heyet Rusya’ya görüşmelere gitmiş. Görüşmeler tamamlandıktan sonra Ruslar Amerikalıları gezdirmeye çıkarmışlar. Orayı gezmişler, burayı gezmişler; derken meşhur Moskova Metrosu’na gelmişler. Ruslar uzun uzun övmüşler metrolarını; şu kadar katlı, bu kadar istasyonu var, günde şu kadar insan taşıyor, vs, vs, vs… Son olarak da metronun çok dakik olduğundan bahsetmişler; bir Rus yetkili saatine bakıp, “Mesela sıradaki trenimiz 3 dakika sonra, bulunduğumuz istasyonda olacaktır” demiş. Beklemişler, 3 dakika geçmiş; tren yok. 13 dakika… tren yok. Yarım saat… tren yok. 3 saat beklemişler tren gelmemiş. Tabi bu arada Amerikalılar bıyık altından gülüyorlarmış rakipleri Rusların düştükleri bu hale. Demin dakiklikten bahseden Rus yetkili, ne diyeceğini bilemiyor tabi, bir panikle Amerikalılara dönmüş ve demiş ki: “N’olmuş yani; siz de Kızılderilileri öldürdünüz!”

Bu durum, bir tartışmada gelinebilecek son noktadır. Bir meseleyi münakaşa ederken muhatabınız söylediklerinizi bırakıp bizzat sizinle ilgili bahisler açmak isterse o an münakaşanın galibi olduğunuzu ilan edebilirsiniz. Ya da tam tersi halde, “ad hominem”i siz yaparsanız, lisan-ı hal ile şunu demiş olursunuz: “Sana verecek bir cevap bulamadım. Arka kapı nerede acaba?”

7Bir mesele hakkında vardığınız kanaat ya da o meseleyi ele alış üslubunuz, tek başına sizi “iyi” ya da “kötü” yapmaz. İnsanların “iyi” ya da “kötü” olmaları, bir mesele hakkındaki vardıkları kanaatten ya da o meseleyi ele alış üsluplarından çok daha fazlasına bağlıdır. Dolayısıyla, bir önceki maddeyle bağlantılı olmak üzere, “kötü” dediğiniz birinin filanca bahiste doğru bir fikir beyan etmesi, o şahsın “kötü” olduğunu değiştirmeyeceği gibi, fikrin doğruluğuna da halel getirmez. Aynı şekilde, “iyi” dediğiniz birinin yanlış konuşması, ne onun “iyi”liğini ne de fikrin yanlışlığını değiştirir. Diğer bir açıdan, aslolan, “doğru”lara da “yanlış”lara da kaynaklık eden, Batılıların “gerçek”, biz Doğuluların “hakikat” dediğimiz büyük arayıştır.

8Biz gavur değiliz, elhamdülillah. Gavurlar gibi de olmamalıyız; bir meseleyi ele alırken sadece zihinlerimiz devredeyse hata yapıyoruz demektir çünkü “Allah kalplerimizde olanı bilir.” Zihnimiz bir tarafa giderken kalbimiz başka bir taraftaysa kalbimizden yana durmalıyız. Eğer kalbimize muhalif hareket ediyorsak, bulunduğumuz yere göre bu çoğu zaman riyaya girer. Bu tehlikenin bizi vardıracağı uçurum ise, Allah esirgesin, münafıklıktır.

9Bir meseleyi öğrenmeye çalışırken de, bir meseleyi tartışırken ya da bir meseleyi ifade ederken de değişmez gayeniz “öğrenmek” olmalıdır. “Biliyorum” dediğiniz anda o mesele hakkında öğreneceğiniz şeyler de ifade edeceğiniz şeyler de bitmiş demektir. Ayrıca, zamanlar ve mekanlar ötesi bir hastalık olan “biliyorum demek”, bilhassa günümüzün “enformatik cehalet” ortamında, giderilmesi zor bir bağımlılığa da sebep olmaktadır.

10İlksözümüzün bir başka ifadesi olmak üzere sonsöz: Herhangi bir meseleyle alakadar olmadaki temel sebebimiz, peygamberlerimizin hayatlarıyla aydınlanan insanlık tecrübelerinden istifade etmek, Siyer-i Nebi ve Hadis-i Şeriflere daha yakınlaşmak, bu yollarla Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaktan gayrısı olmamalıdır. İster etken ister edilgen olalım, bunun, temel sebebimiz değil de tali sebebimiz olduğunu yahut sebeplerimiz arasında yer almadığını fark ettiğimiz anda tevbe istiğfar edip o meseleyi ya terk etmeli ya da bu doğrultuda yeniden konumlandırmalıyız.

***

Evet arkadaşlar, anlattıklarımın sizlere faydalı olmasını umuyorum. Mümkün olduğunca, “Ben o yaşlardayken, hangi üslupla ve hangi bahislerle anlatıldığında daha iyi anlardım” diye düşünerek anlatmaya çalıştım. Kusurum olduysa affola.