Artık perdede kötüler yok. Sevemeyenler, bağlanamayanlar, kaçanlar var.

Bir süredir sinemada dikkat çeken tuhaf bir eksiklik göze çarpıyor. Karakterler kötü değil ama iyi de değiller. Zalimi tanıyoruz, suçluyu anlıyoruz fakat bir şeyi bulamıyoruz. Kalbi… Sevme kapasitesi zayıflamış, bağ kurma refleksi körelmiş, duygudan çok mesafeyle var olan karakterler çoğalıyor. Üstelik bu durum yalnızca bir anlatı tercihi değil, yaşadığımız çağın doğrudan yansıması gibi duruyor karşımızda.

Eskiden anti-kahraman dediğimiz figürler ahlaki olarak sorunluydu. Bugün karşımıza çıkan karakterler ise duygusal olarak eksik. İyilikle kötülük arasında gidip gelmiyor, hisle hissizlik arasında asılı kalıyorlar. Ne yaptıklarını biliyorlar ama neden yaptıklarını hissetmiyorlar. Bu yüzden izlerken ne kızıyor ne de hayran oluyoruz. Sadece tanıyoruz onları. Çünkü fazlasıyla tanıdıklar.

Bu karakterlerin temel sorunu cesaret eksikliği değil, temas yoksunluğu. Sevmekten çok kaçmayı, kalmaktansa gitmeyi, yüzleşmek yerine susmayı seçiyorlar. Büyük dramlar yaşamış olmaları gerekmiyor. Zaten asıl mesele de burada başlıyor. Bir şeyler yaşadıkları için değil, bir şey hissedemedikleri için böyleler.

Seyirci tam da bu noktada devreye giriyor. Çünkü bu duygusal eksiklik yabancı gelmiyor. Günümüz insanı da ilişkiler içinde ama temassız, kalabalıklar içinde ama yalnız. Sinema artık ideal karakterler üretmiyor. Onun yerine tanıdık boşlukları gösteriyor. Bu boşluk, seyircinin sandığından çok daha gürültülü.

Belki de bu yüzden kurtarıcı figürler işlemiyor. Merhamet olmayan bir dünyada kahramanlık fazla iddialı duruyor. Büyük fedakârlıklar, keskin dönüşler, son anda gelen vicdani duygular artık inandırıcılığını kaybediyor. Kamera bağırmıyor, karakter de bağlanmıyor. Hikâye çözülmeyip askıda kalıyor.

Yeni sinemanın dili de buna eşlik ediyor. Uzun suskunluklar, yarım kalan cümleler, kaçırılan bakışlar… Seyirciye umut vermek gibi bir derdi yok bu filmlerin. Teselli sunmuyorlar. Sadece gerçeği gösteriyorlar. Belki de asıl rahatsız edici olan şey, biz bu karakterleri izlerken kendimizi dışarıdan görmüş oluyoruz. Kalbi olmayan karakterler uydurma değil. Onlar bir senaryo numarası da değil. Fazlasıyla gerçekler.

Bugünün sineması artık iyiyle kötüyü tartışmıyor. Daha sert bir şey yapıyor: Hissetme yetisini kaybetmiş insanları gösteriyor. Mesele ahlak değil, temas. Vicdan değil, bağ kurabilme ihtiyacı.

Belki de bu yüzden artık perdede mucize aramıyoruz.Kurtarılmak istemiyoruz. Sadece dürüstlük istiyoruz.