Bir mezarın başında rakı içiliyor.
Yetmiyor; bu görüntü “Alevi inancında olabilir” denilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Yetmiyor; ertesi gün bir “özür” cümlesiyle iş kapatılmak isteniyor.

Hayır.
Bu kadar ucuz değil.

Kamer Genç’in mezarı başında yaşananlar başlı başına saygısızlıktır. Bu saygısızlığı Aleviliğe yamamak ise düpedüz cehalettir. Ekrana çıkıp “Alevi inancında böyle ritüeller olabilir” diyebilen birinin ya Alevilik hakkında zerre bilgisi yoktur ya da bilmediği konuda konuşmanın bedelini umursamıyordur. İkisi de kabul edilemez.

Açık konuşalım:
Alevilikte mezar başında rakı içmek diye bir ritüel yoktur.
Nokta.

Bu tür davranışlar Alevilikle değil, pagan inanışların mezar kültüyle ilgilidir. Paganizmde ölüyle bağ, dünyevi nesnelerle kurulur. Alevilikte ise edep vardır, erkân vardır, rıza vardır. Mezar; sükûnet yeridir, performans alanı değil.

Burada yalnızca bir televizyoncunun cehaleti yok. Burada mezarlığı siyasal jest alanına çeviren bir akıl da var. Özgür Özel’in mezar başında kadeh kaldırmayı “normal” bir davranış gibi sunması, meseleyi daha da vahim hale getiriyor. Bu ne özgürlüktür, ne laikliktir, ne de saygıdır. Bu, ölünün hatırasını ideolojik gösteriye dönüştürmektir.

Şunu birileri nihayet duysun:
Mezar başında rakı içmek ilericilik değildir.
Kadeh kaldırmak saygı değildir.
İnançlar üzerinden şov yapmak cesaret hiç değildir.

Asıl tehlike şuradadır:
Bugün “Alevilikte olabilir” denir, yarın başka bir inanç için başka bir uydurma servis edilir. İnançlar, bilmeyenlerin ağzında oyuncak olur. Televizyon ekranları, cehaletin kürsüsüne dönüşür.

Ve burada en net itirazın kimden gelmesi gerektiğini özellikle söylüyorum:
Bu yakıştırmalara en sert tepki Alevilerden gelmelidir.

Alevilik; “her şey olur” denilerek sulandırılacak bir folklor değildir. Aleviliği her görüntüyü meşrulaştıran bir esneklikle anlatmak, bu inancı savunmak değil, boşaltmaktır. Buna sessiz kalmak, yapılan haksızlığa ortak olmaktır.

Kübra Par’ın “özür” açıklaması meselenin üstünü örtmez. Çünkü sorun dil sürçmesi değil, bilgisizliğin kanaat diye pazarlanmasıdır. Bilmiyorsan susacaksın. Öğreneceksin. Ekranda ahkâm kesmeyeceksin.

Özgür Özel’e gelince…
Bir siyasetçinin görevi fay hatlarını kaşımak değil, toplumu sakinleştirmektir. Mezar başında rakı içerek ne Kamer Genç’e saygı gösterilir ne Aleviliğe hizmet edilir. Yapılan şey yalnızca gerilimi beslemektir.

Son söz açık ve sert olsun:
İnançlar sizin cehaletinize malzeme değildir.
Mezarlar sizin siyasi şov alanınız değildir.
Özür, yanlış bilginin dolaşıma sokulmasının kefareti değildir.

Bu ülkenin Alevileri, inançlarını bilmeyenlerin ağzından öğrenmek zorunda değil.
Bu toplum, mezarlıkta kadeh kaldıranlardan ahlak dersi dinlemek zorunda hiç değil.

Haddinizi bilin.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

BU ÜLKE BARIŞ DİLENCİSİ DEĞİLDİR

Türkiye’ye bugün yeniden bir kelime dolaşıma sokuluyor.

Masum gibi. Yuvarlak. Yumuşak.

Ama içinde zehir var.

“Barış Yasası.”

Bu topraklar kelimelerin masum olmadığını çok iyi bilir.

Bu millet, kavramların nasıl silaha dönüştürüldüğünü Çanakkale’de gördü, Sevr’de gördü, 12 Eylül öncesinde gördü, 90’larda gördü. Bugün de görüyor.

Soruyoruz:

Hangi savaşın barışı bu?

Türkiye kiminle savaştı da şimdi barış yapacak?

Bu devlet kimin ülkesini işgal etti?

Bu millet kimin şehrini bombaladı?

Gerçek ortadadır ve çarpıtılamaz:

Türkiye 41 yıldır terörle mücadele etti.

Devlet ile millet arasında bir savaş olmadı.

Devlet ile bir terör örgütü arasında amansız bir mücadele oldu.

Ve bu mücadele, masa başında değil;

Dağda, karda, çölde, sokakta, karakolda, pusuda verildi.

Bu ülke evlatlarını kefensiz toprağa verdi.

Bu ülke analara bayramı mezarlıkta yaşattı.

Bu ülke öğretmenlerini sınıfta, doktorlarını ambulansta, savcılarını adliyede şehit verdi.

Şimdi bütün bu tarihin üstüne bir kelime örtüsü çekilmek isteniyor:

Barış.

Hayır.

Bu millet hafızasını kaybetmedi.

Bu devlet acziyet içinde değil.

“Barış Yasası” demek, terörü iki taraflı bir çatışma gibi göstermektir.

Faille mağduru aynı cümleye koymaktır.

Devleti, silahlı bir örgütle eşitlemektir.

Bu, siyasi bir hata değil; tarihsel bir çarpıtmadır.

Unutmayalım:

Barış, eşit taraflar arasında yapılır.

Oysa burada bir taraf devlettir, diğeri terör örgütü.

Devlet barış yapmaz.

Devlet temizler.

Bugün “barış” kelimesini en çok kimler alkışlıyor, buna bakmak yeterlidir.

Bu kelimeyi kimlerin ağzı sulanarak telaffuz ettiğini görmek yeterlidir.

Bu kelimeyi kimlerin yıllardır istediğini hatırlamak yeterlidir.

Aynı çevreler dün “demokratik özerklik” diyordu.

Aynı çevreler dün “öz savunma” diyordu.

Aynı çevreler dün hendek kazıyordu.

Bugün kelime değişti. Niyet değişmedi.

Türkiye bir rejim değişikliğine gitmiyor.

Türkiye bir geçiş sürecinde değil.

Türkiye bir teslimiyet psikolojisine hiç girmedi.

Eğer bir yasal düzenleme olacaksa, bunun adı barış olmaz.

Bu, terörün tasfiyesine ilişkin teknik bir hukuki düzenlemedir.

Devletin kendi iç temizliğidir.

Hukuk içinde, ama devlet aklıyla yapılan bir işlemdir.

Bunu “barış” diye pazarlamak, ya cehalettir ya da bilinçli bir yönlendirme.

Bu ülke, kelimelerle kandırılacak bir ülke değildir.

Bu millet, kanla yazılmış tarihini bir manşetle sildirmez.

Barış isteyenler önce şunu kabul etsin:

Bu devlet yenilmedi.

Bu millet diz çökmedi.

Bu bayrak indirilmedi.

Türkiye, barış yapan değil;

terörü bitiren bir devlettir.

Ve bu gerçeği hiçbir yasa, hiçbir kavram, hiçbir algı operasyonu değiştiremez.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

SABIR BİR DEVLET ERDEMİDİR, SINIRI AŞILIRSA GÜÇ OLUR

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “sabrımız tükeniyor” cümlesi, rastgele kurulmuş bir diplomatik ifade değildir. Bu söz, Ankara’nın artık karşısındaki yapıya *son kez* baktığını gösterir. Bundan sonrası ya mutabakatın eksiksiz uygulanmasıdır ya da Türkiye’nin milli güvenliğini **bizzat kendi eliyle tesis etmesidir**.

10 Mart’ta Suriye’nin meşru yönetimiyle SDG arasında imzalanan entegrasyon anlaşması ortadadır. Türkiye bu sürecin başından itibaren çok net bir pozisyon almıştır:

Suriye’nin toprak bütünlüğü korunacak,

silahlı yapılar lağvedilecek,

devlet içinde devlet kurulmasına izin verilmeyecektir.

Bugün yaşanan ise açık bir geciktirme, oyalama ve zaman kazanma çabasıdır.

SDG’nin taleplerine bakıldığında mesele daha da berraklaşıyor.

Suriye ordusu kuzeydoğuya girmesin.

Silahlı güçler Savunma Bakanlığı’na bağlanmasın.

Özerk bir komuta yapısı korunsun.

Bu taleplerin adı entegrasyon değildir.

Bu taleplerin adı bölünmedir..

Hiçbir egemen devlet, kendi sınırları içinde silahlı ve özerk bir yapıyı kabul etmez. Türkiye de etmez. Suriye de edemez. Bu kadar basit.

Türkiye’nin karşı çıktığı şey Kürtler değildir; bunu özellikle ve altını çizerek söylemek gerekir. Türkiye’nin karşı çıktığı şey, **terörün kimlik kılığına sokulmasıdır**. Silahın siyaset olarak pazarlanmasıdır. Haritaların masa başında yeniden çizilmek istenmesidir.

Türkiye yeniden askeri yöntemlere başvurmak istemediğini açıkça söylüyor. Bu, bir geri adım değil; **son diplomatik eşiktir**. Ancak herkes şunu bilmelidir: Türkiye, sınırlarının hemen ötesinde kendisine yönelen bir tehdidi “uluslararası hassasiyet” bahanesiyle seyretmez.

Bugüne kadar Fırat Kalkanı’nda, Zeytin Dalı’nda, Barış Pınarı’nda ne yaptıysa; yarın da aynısını yapabilecek iradeye, kapasiteye ve kararlılığa sahiptir.

Devletlerin sabrı olur.

Ama o sabır tükendiğinde ortaya çıkan şey, **tereddüt değil kudrettir**.

10 Mart mutabakatı eksiksiz uygulanacak.

Silahlı yapılar tasfiye edilecek.

Suriye tek olacak, parçalanmayacak.

Aksi halde Türkiye, kendi güvenliğini başkalarının iyi niyetine emanet etmez.

Bu bir tehdit değil.

Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet refleksidir