Fenerbahçe, bu ülkenin en büyük spor kulüplerinden biridir. Bir spor markası olmanın ötesinde, milyonların aidiyetidir. O yüzden Fenerbahçe’nin adı, kimsenin şahsi hesaplarının kalkanı yapılamaz. Eleştiri de buradan başlar; taraftarı kırmadan, kulübü incitmeden ama gerçeğin etrafından dolanmadan…
Bir tarafta Aziz Yıldırım var.
3 Temmuz sürecinde, Fenerbahçe’ye kurulan kumpasın tam ortasında kaldı. Kaçabilirdi. Geri çekilebilirdi. “Kulüp zarar görmesin” diyerek kenara çekilmeyi tercih edebilirdi. Yapmadı. Kulübün önüne geçti. Bedelini şahsen ödedi. Cezaevine girdi. İtibarı hedef alındı. Hayatının en ağır dönemini yaşadı ama Fenerbahçe’yi arkasına siper etmedi; kendini Fenerbahçe’ye siper etti. O günlerde “Ben giderim, Fenerbahçe kalır” diyebilen bir duruş vardı.
Diğer tarafta Sadettin Saran var.
Bugün tartışılan mesele Fenerbahçe değildir; kişisel hayat üzerinden yürüyen bir adli süreçtir. Ancak kamuoyuna yansıyan tablo, bu sürecin Fenerbahçe adı etrafında dolaştırılarak gölgelenmeye çalışıldığı izlenimini veriyor. İşte asıl problem tam da burada başlıyor. Çünkü Fenerbahçe, kimsenin kişisel savunma hattı değildir. Kulüp, bir kişinin “ben”ini korumak için “biz”in önüne sürülemez.
Burada kimseye peşin hüküm dağıtmıyoruz. Hukuk konuşur, dosyalar konuşur, mahkemeler karar verir. Ama kamu vicdanı da konuşur. Ve kamu vicdanı şunu sorar:
Zor günlerde başkan kulübün önüne mi geçer, yoksa kulübü kendi önüne mi koyar?
Aziz Yıldırım döneminde Fenerbahçe, başkanın arkasına saklanmadı; başkan Fenerbahçe’nin önüne geçti. Bugün ise Fenerbahçe’nin, bir kişinin şahsi meselesinin parantezine alınması ihtimali konuşuluyor. Bu, Fenerbahçe’ye yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biridir. Çünkü Fenerbahçe, tartışmaların üstünde durması gereken bir değerdir; tartışmaların içine çekilecek bir aparat değil.
Bu bir “Aziz Yıldırım güzellemesi” değil; bir ilke hatırlatmasıdır.
Bu bir “Sadettin Saran linci” değildir; bir sınır çizimidir.
Fenerbahçe başkanlığı, sadece koltuk değil, karakter meselesidir.
Fenerbahçe, zor zamanlarda kalkan yapılacak bir isim değil; gerektiğinde uğruna bedel ödenecek bir mirastır.
Taraftar bunu bilir.
Bu camia bunu hisseder.
Ve Fenerbahçe tarihi, kimin kendini feda ettiğini, kimin kendini kurtarmaya çalıştığını er ya da geç yazar.
Bugün mesele kişiler değil; Fenerbahçe’nin hangi ahlaki çizgide duracağıdır.
Ve o çizgi, kulübü şahsiyetin arkasına saklayanların değil, şahsiyetini kulübün önüne koyanların çizgisidir.
//////////////////////

ANTAKYA’NIN ORTASINDA DURAN SESSİZLİK
Hatay’da taşın, toprağın, duanın hafızası vardır. Bu şehirde camiler sadece ibadet mekânı değildir; tarihin, direncin ve vakarın sütunlarıdır. 6 Şubat’tan sonra Hatay’a bakarken insanın içini acıtan şey yalnızca yıkıntılar değil, aynı zamanda yapılmayanlar, yarım bırakılanlardır.
Bir tarafta Konya Büyükşehir Belediyesi
Habib-i Neccar Camii’ni aldı, üstlendi ve şanına, tarihine, Hatay’ın ruhuna yakışır biçimde ayağa kaldırdı. Sessiz sedasız, mazeretsiz, bahane üretmeden. “Zor” demedi, “zaman” demedi, “bütçe” demedi. Bir irade koydu ortaya; sonuç da ortada.
Diğer tarafta Bursa Büyükşehir Belediyesi
Aynı günlerde üstlenilen Hatay Ulu Camii projesi ise Antakya’nın tam ortasında, donmuş bir fotoğraf karesi gibi duruyor. Aylar geçti. Mevsimler değişti. Şehir ayağa kalkmaya çalıştı. Ama Ulu Camii’nin bulunduğu yerde ne çekiç sesi var ne ustanın gölgesi.
Bugün Antakya’nın merkezinde ilerlemeyen tek büyük inşaat varsa, o da Ulu Camii’dir.
Ve bu bir tesadüf değildir.
Bu proje, AK Parti döneminde Bursa Büyükşehir tarafından üstlenilmişti. Belediyenin yönetimi CHP’ye geçtikten sonra ise iş durdu. Dosyalar raflarda kaldı. Takvim yaprakları koptu, minareye bir tuğla bile eklenmedi.
Burada mesele siyaset yapmak değildir.
Burada mesele siyasetsiz yapılması gereken bir işin, siyasete kurban edilmesidir.
Hatay Ulu Camii, Bursa’nın iç siyasi dengelerine, belediye içi öncelik tartışmalarına, parti rozetlerine mahkûm edilemeyecek kadar büyük bir emanettir. Bu cami Hatay’ındır, Antakya’nındır, bu milletindir. Ve depremde yıkılan bir mabedi ayağa kaldırmak, “bizden mi değil mi” hesabıyla ertelenecek bir iş değildir.
Konya yaptıysa, demek ki yapılabiliyor.
Yapılmıyorsa, sorun imkân değil iradedir.
Antakya’nın kalbinde duran bu sessizlik, sadece bir inşaatın durması değildir; bir vefasızlığın, bir öncelik kaymasının sessizliğidir. Habib-i Neccar’ın ezanı yeniden yükselirken, Ulu Camii’nin susturulmuş hali Hataylıların vicdanında ağır bir soru olarak duruyor.
Bu şehir çok şey gördü. Yıkımı da gördü, dayanışmayı da.
Ama bir şeyi asla unutmaz:
Kim el uzattı, kim sırt döndü.
Ulu Camii hâlâ bekliyor.
Antakya hâlâ bakıyor.
Ve bu sessizlik, bir gün mutlaka birilerine çok şey anlatacak.

///////////////
BİR BEBEĞİN KALP ATIŞIYLA ÖLÇÜLEN ADALET
Bazı fotoğraflar vardır; kadraja sığmayan bir vicdan taşır. Bu kare de onlardan biri. Bir minibüsün içinde, dosyaların arasında, keşif tutanaklarının gölgesinde… Kucağında bebeğiyle görevini yapan bir hâkim. Ne gösteriş var ne ajitasyon. Sadece işini yapan bir devlet memuru ve vazifesini ertelemeyen bir adalet anlayışı.
Bu fotoğrafı kamuoyuyla paylaşan Yılmaz Tunç’un düştüğü not, işte bu yüzden kıymetli. Çünkü o not, yalnızca bir kişiyi değil; adalete olan inancı, sorumluluk bilincini ve devlet ciddiyetini selamlıyor. Ailesinin rahatsızlığına rağmen, kucağında bebeğiyle keşfe çıkan Tekirdağ Saray Kadastro Mahkemesi hâkimi Karsu Yıldırım’ın fotoğrafı; adaletin dosya raflarında değil, sahada, insanın kalbine değerek tecelli ettiğini gösteriyor.
Bu ülkenin adalet teşkilatı, çoğu zaman eleştirilerin hedefi olur. Kimi zaman haksızca, kimi zaman ölçüsüzce… Ama hakkaniyet, hak ettiği yerde teslim edilmelidir. Çünkü bu kare bize şunu söylüyor: Devlet, zor zamanlarda da ayaktadır. Ve adalet, “şartlar uygun olunca” değil; şartlar zorlaşınca daha da ciddiyetle yerine getirilir.
“Hâkimlik” bir meslekten öte, bir emanettir. O emanet bazen ağır dosyalarla, bazen kilometrelerce yol ile, bazen de kucağınızdaki bir bebekle taşınır. Bu fotoğrafta görünen tam da budur. Ne eksik ne fazla.
Bu duyarlılığı görünür kıldığı için Adalet Bakanlığına ve bu duruşu kamuoyuyla paylaşan Bakan Yılmaz Tunç’a ayrıca teşekkür etmek gerekir. Çünkü bu paylaşım, sadece bir tebrik değil; adaletin nasıl bir ahlakla yürütülmesi gerektiğine dair güçlü bir mesajdır. “Sıfır Kadastro Dosyası” hedefi, bir bürokratik slogan değil; sahada, soğukta, yorgunlukta, fedakârlıkla karşılığını bulan bir iradedir.
Bugün bu fotoğrafa bakan herkes şunu görmeli:
Adalet; kürsüde sert, sahada soğuk değildir.
Adalet; merhametle disiplinin, vicdanla görevin aynı bedende buluşabildiği yerdir.
Bu yüzden bu kareyi alkışlamak bir tarafgirlik değil, hak teslimidir.
Ve bu ülkeye fedakârca hizmet eden tüm yargı mensuplarına, sessizce ama dimdik işini yapan adalet neferlerine, gönülden bir teşekkür borcumuz var.
Bazı fotoğraflar konuşur.
Bu fotoğraf, adaletin sesidir.