Birilerinin konuşmalarına kulak kesilmek gibi bir merakım yok.

Yüksek sesle konuşuyorlar.

Mahrem bir mesele konuşurlarken bile.

Kulak kesilmeseniz bile duyuyorsunuz.

İlgilenmiyorsunuz başka.

Mesela, hemen arkamda oturan genç kız “Niçin, tekrar tekrar bana geliyorsun?” diye soruyordu karşısındaki her kimse.

Kızım Azra, okuduğu bir korku hikayesinden bahis açtı. Kurgusu fena değil.

Aklıma aşağı yukarı onun yaşlarındayken okuduğum Guy de Maupassant’ın (Güy Dö Mopasan diye okuyun) kısa hikayeleri ve Charles Ferdinand Ramuz’un “Dağdaki Büyük Korku” adlı romanı geldi.

Sırf romanın isminde “korku” kelimesi geçiyor diye her sayfayı nasıl ürpererek (tırsarak) çevirdiğimi hatırladım.

“Yok canım, daha çok Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ına benziyor anlattığın hikaye” dedi sırtı bize doğru dönük olan.

Borges ve Oğuz Atay, Guy de Maupassant, Charles Ferdinand Ramuz.

Derken, Bahaeddin Özkişi’nin “Sokakta” adlı cinayet romanı aklıma geldi. Kızıma okumasını salık versem mi diye düşündüm bir an, çok ürkütücü bulduğumu hatırlayıp vazgeçtim. Gençtim ancak, Özkişi’nin romancılığını başarılı bulmuştum.

O sevdiği genç yazar Büşra Küçük ve “Kötü Çocuk” adlı roman üzerine bir şeyler anlattı. Büşra Küçük’ün belki bir gün yetişkinlerin de severek okuyacağı bir yazar olabileceğini, yazarlığının şimdilik çocuklar için yeterli olduğu fikrini söyledi.

Sonra, de Maupassant’ın öykülerini okumasını salık vermeyi düşündüm kızıma. Sonra erken bulup, ondan da vazgeçtim.

Arka masada oturan genç, “Sebebini bilmiyorum niçin tekrar tekrar sana geliyorum” deyip “Belki de, sebebini bulmak için geliyorum sana gelişlerimin” diye tamamladı ve sustu.

Birden, caddenin köşesinde bir çatırtı koptu.

Beyaz bir araç ani ve sert bir firenle durdu. Caddenin köşesinden, aracın sadece ön tekerleklerine kadar olan kısmı görünüyordu.

Kızım merak etti. Arka masadaki genç kız hızlı ve meraklı bir edayla köşeye doğru yürüdü, küçük bir bakış attı, geri döndü, masamızın yanından geçerken “Önemsiz bir kaza, tamponu kırılmış. Bişi yok” dedi ve ekledi: “Eee, ne diyordun? Evet, niçin tekrar tekrar geliyorsun?”

Azra’nın kazaya ilgisi kayboldu.

Seyrettiği bir filmi anlatmaya başladı. Çay çok lezzetliydi.

Birden, köşeden PKK’lı terörist bir militanın elinde kalaşnikof fırlayıp, siyah bir Jeep’i siper alarak, hemen caddenin karşı köşesinde park halinde duran polis otosuna namlusunu doğrultuşunu hayal ettim.

Polis karşılık verirse küçük kızım hedef olacak pozisyondaydı.

Bir bahaneyle yerlerimizi değiştirmek geçti aklımdan.

Kazara çay bardağını devirdim masaya ve terör kaygısından sıyrıldım.

Çay bahçesinin çatısından sarmaşıklar salınıyordu.

İnsanlar, olağan İstanbul yazının nemli, yapış yapış sıcağından bezmiş gibi ağır ağır yürüyüp geçiyordu önümüzden.

Gölge, küçük kızımın şirin sesi (ha bire bir şeyler anlatıp duruyordu), güzel demlenmiş peş peşe içtiğim çayın ağzımdaki lezzeti, her an bir köşeden çıkması muhtemel bir militan, sıcak bezgini genç, yaşlı, erkek, kadın, çocuklar.

Yaşadığı olayı Borges’in hikayeleri üzerinden karşısındaki arkadaşına anlatma çabası gösteren genç adam. Borges okumadığı belli arkadaşının lâfı Oğuz Atay’a çekişi, kaza yapmış aracını karşı kaldırımın kenarına çekmiş, yerde yatan kırık tampona acıklı acıklı bakan genç kazazede.

“Niçin, tekrar tekrar bana geliyorsun?” sorusuna “Çünkü sana aşığım” cevabının peşine düştüğü besbelli genç kadın…

Genç kızın beklediği cevabı vermeyen aşığı…

Olabildiği en emin ve güvenli yerde duran (babasının yanında) küçük kızım Azra.

Şirin bir çay bahçesinde bile oldukça karışık yaşantıların etrafını sardığı ben.

Ne çok şeye tutunuyoruz.

Yaşadığımız büyük sevinçler, hep büyük acılardan sonra geliyor.

Elbette bu acılar vicdansızlar, adaletsizler, kahpe ve hainlerin açtığı yaradan değilse.

Sevinç başka türlü olmuyor.

Borges… Oğuz Atay… Guy de Maupassant… PKK… Kırık tampon.

Hayat işte…