Mme De Stael bir yazısında, “Hayatın yükü altında ezilmeyelim. Merhametsiz düşmanlarımıza ve nankör dostlarımıza bizi ezmiş olmak zaferini tattırmayalım” der. Görece anlamlı olan bu cümlenin anahtar ifadesi, “hayatın yükü”dür.

Hayat denilen ve imtihan olduğu kesin kurgunun ağır bir yük olduğu tartışmasızdır. Bilim ve sanat alanında yapılan bütün çalışmalar bu yükü hafifletmeye yöneliktir. Din denilen Tanrısal kurgunun en kavi parçası da bu yükü azaltmaya yöneliktir. Ama ne yaparsak yapalım yük ağırdır ve çoklukla altında kalınır.

Hayat denilen cenderenin içinde yükümüzü hafifletip nefes almayı kolaylaştırmaya yönelik kurum ve organizasyonlar vardır. Bunların içinde en kolaylaştırıcı kurum/organizasyon ailedir. Aile ilk insandan bugüne mevcuttur. Hatta insan aileyle insan olmuştur diyebiliriz. Çünkü kendinden çıkarak başkaları için var olmaya başlamadan, insanın inşası mümkün değildir. Böylesi bir durumda ya aşık olmanız gerekir -ki tünelin ucunda evlilik olur genelde- ya da evlenerek aile olmanız. Kendinden geçmenin başka tezahür imkanları (bir davaya adanmak gibi) olsa da temelde bu ikisi vardır. İkisi içinde baskın olansa ailedir. Çünkü aşk evlilikte devam eder ama artık evrilmiş ve başka bir şeye dönüşmüştür. Aslında dönüştüğü şey evliliktir -birçok kişi bunu hazmedemese de. Evlilik devamlı bir var oluş imkanı sunduğu ve fedakarlığı anlık değil bütün zamanları içine alan bir seyr-ü sefere dönüştürdüğü için, diğer kendinden geçme, başkaları için var olma biçimlerinin en baskınıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunu, “İmanınızı tamamlamak istiyorsanız, evlenin” diyerek başka türlü ifade etmiştir.

Kendinden geçerek imanını tamamlama sarmalı olan evlilikle başlayan şey ailedir. Evlenip aile olduğunuzda hayatın yükü biraz hafifler. Ama biraz. Zamanla hafifleyen yük yerini başka ağırlıklara bırakmaya başlar. Yükünüz eskisinden daha ağır hale gelir -o yüklerden biri çocuktur mesela. Yükünüz ağırlaşır ama hayatınız da güzelleşir. En azından daha anlamlı hale gelir. Beninizin dar dehlizlerinde kendinizi kaybetmek yerine bir çocuk ya da kadın için kendinizi feda etme, onlarla birlikte kendinizi var etme hayatı daha anlamlı kılar. Bu, içine girmeyenin bilmediği, girip de gerçekleştiremeyeninse anlamadığı bir şeydir. Aslında topyekün anlamadığımız bir şey bu. Çünkü aile, bir araya gelen insanların inşa ettiği ve üzerinden kendilerini gerçekleştirdiği bir kurum olmaktan çok uzak bugün. Aileler aile olmaktan çok uzak bugün. Bunun altında sayısız neden vardır eminim. Sosyo-psikologlar, hatta psikopatlar devamlı yazıp çiziyorlar bu konularda. Fakat hiç kimse -ya da çok az kişi- yaşanılan bu travmanın (daha doğru bir kelime bulamadım) sebebini çekirdek aileye bağlamıyor.

Eskiden geniş aile diye bir şey vardı. Türünün son örnekleri dışında artık yok diyebiliriz. Onun yerine çekirdek aile diye modern dünyanın bir dayatması var. Ama süsleyerek pazarladığı bir dayatma. Allayıp pullayıp bize zorla sattığı. Bizim de mecburmuşuz gibi boyun eğit satın aldığımız bir dayatma. Bu dayatmaya karşı dayanma kuvvetimizi devreye sokup direnebilir ve geleneksel aile (geniş) modelini koruyabilirdik ama olmadı. Vahşi kapitalizm ve küresel emperyalizm buna izin vermedi.

Şimdi diyecek birileri bunun kapitalizm ve emperyalizmle ne alakası var (ya da kimse demeyecek.) İzleyin efendim, izleyin de görelim.

Batı’da aydınlanma ve sanayi inkılabı sonrası ortaya çıkan modern hayat tarzıyla Âdem’e ait kadim geleneksel yaşam biçimleri sarsıntı geçirdi. Dünyayı pazar olarak gören sömürge imparatorluklarıyla dört bir yana pazarlanan bu hayat tarzı beraberinde köklü değişiklikleri getirdi. Çünkü üretim biçimleri değişmekteydi. Üretim biçimleri yeni kentleri doğurduğu gibi var olan kentlere de göçü doğuruyordu. Böylece kentler şişiyor, yaşam alanları daralıyor ve insanlar eşyayla kurdukları organik ilişkiden uzaklaşıyordu. Artık eşya sadece bir madde olarak algılanıyor, tabiat da ruhtan arındırılmış salt bir metaya dönüşüyordu. Kentlere doğru göç ve yeni kentlerin oluşumu her şeyden önce aileleri dağıtıyor, ailelerin dağılmasıyla beraber insanların ilişki biçimleri de değişiyordu. Bu dağılmayla günden güne küçülen aileler daha homojen, içe dönük ve daraltılmış alanlarda yaşama mahkum ediliyorlardı. Devasa bir kentte yaşanıyordu ama küçük lokasyonların dışına taşmayan bir hayat mücadelesi veriliyordu (Bugünün İstanbul’unda, Beykoz’da oturup ömründe sadece bir-iki defa Sultanahmet’e gelen insanların olması bunun en bariz örneğidir.)

Böylesi bir kent yaşamının, darmadağın ettiği kurumların başında aile gelir. Çekirdek ailenin ortaya çıkması vahşi kapitalist hayat tarzının bireysel yaşama dönük vurgusuyla alakalıdır yani. Çekirdek ailenin kırsal yerine (bugün bu tamamen değişmiştir) kentte daha yoğun olması da bununla ilgilidir.

Peki çekirdek aile neden felakettir?

Yazının başında da dediğim gibi hayat ağır bir yük. Bu yükün paylaşılması gerek. Tek başına bir insanın bu yükü kaldırması mümkün değil. Ne kadar güçlü (zihinsel-bedensel) ve zengin olursanız olun motor bir gün tekliyor ve yolda kalıyorsunuz. Tek başına kaldırılamıyorsa o zaman birlikte olacak demektir. Birlikte olu-nacak demektir. Bu durum Süleymaniye’nin devasa kubbesini 4 fil ayağının birlikte taşıması gibidir. Bu fil ayakları yanında eksedralar, ağırlık kuleleri, istinad duvarları ve payandalar da devreye girer. Herkes kendince yükü omuzlar. Bu sayede gökte asılı gibi duran bir kubbe ve geniş bir hacimde yek vücut ibadet imkanı sağlanır. Farklı işlevlere sahip elemanların sıkılmış yumruk gibi birbirini tamamlamasıyla ortaya çıkan bu güzellik bir aileyi andırır. Her ferdinin yetkinliğine göre bir rolünün olduğu büyük bir aileyi. Hiçbir ferdinin ben kavgasına düşmeden yükü omuzlayarak işlevini yerine getirdiği bir aileyi.

İşte geniş aile böyle bir modeldir. Aynı avlu ya da aynı bina içinde birbirinden farklı fonksiyonları ve özerk yaşamları olan birimlerin oluşturduğu birlikteliktir. Bu öyle bir birlikteliktir ki, kimse kimseyi baskı altın almaz. Herkesin birlikte bir yaşamı olduğu gibi müstakil dünyaları da vardır. Mesela “Türk evi” dediğimiz ve nasıl olduğunu unuttuğumuz evler buna göre kurgulanmıştır. Her odasının ocağı (mutfak), dolapları ve banyosuyla aynı zamanda bir ev olduğu Türk evleri, özerk yaşamlara uygun geniş aile tipine göredir. Bu evlerde, birbirinin yükünü hafifletme, yardımcı olma, ihtiyaç olduğunda koşma imkanı söz konusudur. Çocuğun terbiyesiyle sadece anne-baba değil, ev ahalisinin her bireyi sorumludur. Bir çocuk anne babası dışında, dede, anneanne, hala, teyze, enişte ve yengelerden de nasibini alır. Çok yönlü ve bencilce yaşamamayı bu sayede öğrenir. Geniş aileye imkan veren Türk evlerinde, çekirdek ailede olduğu gibi bir evin bütün ihtiyaçlarıyla sadece iki kişi uğraşmaz. Bütün yük iki kişinin omuzlarında yükselmez. Evin iaşesinden tamirine, temizliğinden elektriği-suyuna, çocuğun bakımından eğlendirilmesine hatta evlendirilmesine bütün yük sadece iki kişiye ait olmaz. Bu roller paylaşılır. İhtiyaca göre değişir. Her zaman bir alternatif vardır. İmkanlar çeşitlidir.

Bugün bu imkanlardan yoksunuz. Ve hayatın yükü altında eziliyoruz. Zorlu şehir hayatında bir yandan maişet derdi diğer yandan ailenin idaresi, dostlukları yaşatma, kendini geliştirme, sıla-i rahim, hastalıklar derken mahvoluyoruz. Bu koşuşturmacanın içinde kendimizi unutuyoruz. Devamlı bir gerilim, devamlı bir hesap ve hareketlilik içinde kaybediyoruz kendimizi. Sonrası kavgalar, ayrılıklar. Doğal olarak mutsuzluk, umutsuzluk. Çünkü çekirdek aileyle beraber gelen yaşam biçiminde başrolde ben duygusu var. Ego denilen köpeği havlatmak var. Günden güne küçülen ailelerin içinde bireyler daha içe dönük bir hayat yaşamaya başlıyor böylece. Küçücük ailenin içinde birbirinden bağımsız hayatlarla insanlar kopuk bir tecrübe ediniyorlar. Üç kişiden oluşuyor aile ama bir araya gelerek bir olamıyorlar. Danışarak ve dayanışmayla bir hayat süremiyorlar.

Bu durumda ne yapacağız? Geriye dönüş mümkün mü?

Elbette. Ama geriye değil, ileriye. Bizim ileriye dönmemiz gerek. Geçmişin muhasebesinin yaparak ileriye dönmemiz gerek. Bugünkü fiziksel ve ekonomik şartlar itibariyle hepimizin müstakil bir evde oturması mümkün gözükmüyor -şehirlerde nüfus dengesi olsa Türkiye’nin arazisi müsait ama olmuyor işte. Daire denilen kübik saçmalıklara mahkumuz bu durumda. Bu mahkumiyet ümidimizi almamalı ama bizden. İmkanı olanlar müstakil evlerde geniş hayatlara soyunmalı. İmkanı olmayanlar daire denilen gezegenlerde şartları zorlayarak geniş aile düşünü gerçekleştirmeye çalışmalıdır.

Bir ütopyadan bahsetmiyorum emin olun. Daha kolayı ve daha güzeli aslında bu. Egolarımızı susturup fedakarlığı merkeze koyarsak mümkün. Emin olun en büyük engel kendimiziz. Fiziksel ya da ekonomik şartlar değil. İnsanların güçlerini birleştirip safları sıklaştırdığı bir dünyada başarılamayacak bir şey yok. Yeter ki, önce ben yerine önse sen demeyi öğrenelim. Bir düşünün! Gelinin kaynanadan beklemek yerine vermeyi, kaynananın da hizmet almak yerine hizmet etmeyi merkeze koyduğu bir zeminde neyin çekişmesi olur? Tarih boyunca yaşanan gelin-kaynana sendromunun altında ne var? Evladı ya da kocayı paylaşamamak mı? Geçin bunu. Gelin ve kaynanaların hep karşılarından beklemeleri var. Hep bardağın boş taraflarını görerek stratejilerini ona göre kurmaları var. Dedikodu ve çekiştirme var. Bunlardan vazgeçen ve yaşa bakmadan büyük olmayı, büyük davranmayı gerçekleştiren insanların olduğu bir ortamda paylaşılamayan ne olabilir? Bütün mesele insanın kendini dizginlemesiyle ilgili değil mi? Bunun olmadığı bir ortamda huzur mümkün mü? Huzurun olmadığı bir yerde de aileden bahsedilebilir mi?

Yani imkan var. Eğer ister, inanır ve feragat sahibi olursak mümkün. Bu sayede çiftler daha özgür olacak. Çocuklarına bakıcı tutarak bir maaşı ona yatırmayacak. Gözleri arkada kalmayacak. Bir akşam yemeğine giderken bile çocuk sorun olmayacak (Bu kadar da açık yazıyorum.) Maddi ve manevi sorunlar birlikte çözülecek.

Bunu gerçekleştirmek mümkün. Çünkü geçmişte yaptık. Yine yapabiliriz. Biz böylesi bir geleneğin çocuklarıyız. Bakmayın siz modern paradigmanın yapamazsınız deyişine. Bu çağda mümkün değil deyişine. Onun işine geliyor çünkü çekirdek aile. Her çekirdek aile yeni bir ev demek ona göre. Yeni oluşumlar da kapitalist çarkın devamlılığı. Daha fazla tüketme, durmadan, kendine bakarak ne oluyoruz demeden tüketme. İnsanın anlam arayışına fırsat veremden tüketme. Tüketerek yok etme. Hiçbir sabiteye (geleneğe) izin vermeme. Neden? Çünkü sabiteleriniz olursa modern paradigma çöker. 1000 yıldır yapma biçiminizi sürdürürseniz iflas eder modern paradigma. Fabrika ayarlarınıza dönmemeniz lazım onun için. Kendinizi unutmanız. Unuturcasına yaşamanız.

Buraya kadar yazdıklarımdan yola çıkarsak bu gerçekleri kim inkar edebilir? Yaşamak denilen esrik çığlığın altında inim inim inlediğinden ve “kimse yok mu” dediğinde kimsenin olmamasından yakınmayan kim var? Evladın dağ olan babasının gölgesinde yaşadığı darb-ı meselinden, “bu zamanda babana bile güvenmeyeceksin” saçmalığına geldiğimizi kim yadsıyabilir? Eğer öyleyse, önümüze sürülen engelleri aşıp dayatmaları yerle bir ederek güzel bir hayatın inşasına kim soyunacak?

Tabi ki insan (tekamül eden). Bunu başaracak olan insandır. Geleneksel kodlarını muhafaza ederek yeniye uyarlayacak ve bu çağda büyük, güzel ailelerin içinde insanı, Allah’ın katından ruh üflenmiş insanı inşa edecek yine insandır.

Baki selamlar!

(*) Bu yazı modern paradigmanın dayattığı ezberlerden birini bozmak üzere kaleme alınmıştır.