Çırak Fikri, “ulan bunda anlamayacak ne var, eşek!” diyen ustasının çiçek bozuğu yüzüne boş gözlerle bakıyordu. “Fırla, sana denileni yap!” diye bağıran Kamil Usta’nın tadını pek iyi bildiği meşhur tokatlarından birini daha yememek için atölyeden koşar adım çıktı. Aslında boş gözlerle değil korku ve merakla bakıyordu. Zira Frenk gavurunun ‘deja vu’ dediği hali yaşamaktaydı…

Ustası gece rüyasında “al şu parayı Fener’in mağlubiyetine bas” diyerek eline üç tane yüzlük tutuşturmuş, arkasından “neticeyi bekle, dönüşte ‘Donanma’ dergisinin ‘Çanakkale Fevkalade Sayısı’nı al gel” demişti. Sabah ezanıyla uyandığında içinden “hayırdır inşallah” demiş, yüzünü buz gibi suyla yıkayıp havluyla kurularken ustasının rüyada bile olsa bahis oynamasına değil de adını ilk defa duyduğu o dergiyi istemesine şaşırmıştı. Değil dergi gazete bile okumazdı ki o. “Bu neye delalet” dedi babaannesini taklit ederek. (Yaşlı kadın her akşam iş çıkışı eve dönen torununu kapıda karşılar, evdeki üç-beş kitaptan biri olan ‘Açıklamalı Rüya Tabirleri Ansiklopedisi’ni ona uzatarak “bak bakalım” derdi, falanca şeyi “görmek neye delalet eder”) Akşam buna da bakarım diye düşündü. Atölyeye giderken kendi kendine gülüyordu. İşyerinin kapısına geldiğinde paltosunun cebinden anahtarları çıkardı. İki sene boyunca hiç izin kullanmadan haftanın yedi günü yaptığı gibi (ilkokulu bitirir bitirmez okumayacağı anlaşılmış bu marangozhaneye meşhur “eti senin kemiği benim” sözleriyle çırak olmuştu) kilitleri besmeleyle açtı, kepengi gürültüyle kaldırdı sağ adımını atarak içeri girdi. Çaydanlığı ocağa sürdü, altını yaktı. Ustası –iki sene boyunca hiç aksatmadan yaptığı gibi- yarım saate kalmaz gelecekti. Çayı demlenmemiş bulursa Fikri’yi –iki senenin ilk aylarında hiç aksatmadan “hani çay” diyerek defalarca, sonraki aylarda ise herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın sık sık yaptığı gibi- bir güzel dövecekti. Çay demini almıştı ki Usta henüz afyonu patlamamış, ceberut suratıyla “var mı arayan, soran” diyerek içeri girdi. Fikri, koşarak çayını yetiştirdi. “Yok Ustam” dedi. Peşinden “Ustam hayırdır inşallah bir rüya gördüm” demek istedi lakin hemen vazgeçti. Kamil Usta, içtiği üç bardak çaydan sonra artık kendine gelmişti. “Evet, ne yapıyorduk bugün” diye sordu çırağına. Aslında bu soru bir formaliteden ibaretti. Ustası dünyanın en düzenli, dakik ustasıydı. Gelen siparişlerin sahiplerine “şu gün şu saatte gel, al” der; “daha erken olmaz mı” diye soranları kovardı. Yalnız bu düzenli dakik adamın bir küçük kusuru vardı. Bazen çırağına “şu işi yap” dediğini zanneder; yapılmadığını görünce de köpürür on dördüne yeni basmış bu koca kafalı zayıf çocuğu yıllardır kalaslara şekil vermekten nasır tutmuş kocaman elleriyle acımasızca tokatlardı. Bir vakit sonra hatasının farkına varır ve “hadi kendine bir gazoz söyle, ustanın vurduğu yerde gül biter” gibi sözlerle gönlünü almaya çalışırdı.

Çay faslından sonra Usta mavi önlüğünü giydi, küçük kurşun kalemi kulağının arkasına iliştirip tezgahın başına geçti. Etrafına şöyle bir bakındı ve işe koyuldu. Kocaman kalaslar cetvelle çiziliyor, kolaylıkla kesiliyor atölyeyi kaplayan o müthiş talaş kokusuyla bir koşturmacadır yaşanıyordu. Öğleye doğru yemek faslına geçildi. Yemekten sonra işte şu bizim küçük çırak Fikri’yi durduğu yerde hoplatan o hadise yaşandı. Kamil Usta yemeğini yedikten sonra atölyenin önünde sigarasını tüttürürken uzaklara bakıyordu. Sigaranın izmaritini iki parmağının arasına sıkıştırıp ustaca karşı kaldırıma kadar fırlattı ve yemek yedikleri masanın üzerindeki gazeteyi toplayıp çöpe atmak üzere olan çırağının yanına geldi. Cebinden cüzdanını çıkardı. İçinden üç tane yüzlük aldı ve paraları görür görmez gözleri fal taşı gibi açılmış olan Fikri’ye uzattı. “Al” dedi, “şu işi hallet”. Çırak kekeledi. “Anlamadım Ustam!” diyebildi. Kamil Usta kızmaya başlamıştı. “Ulan bunda anlamayacak ne var, eşek!” diye bağırdı, “Fırla, sana denileni yap!”

Fikri’nin ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Atölyeden çıktı, amaçsızca yürümeye başladı. Hem yürüyor hem de birkaç adımda bir sağ elinin parmaklarıyla sıkıca kavradığı paralara bakıyordu. Köşe başındaki kasap dükkânının önüne geldiğinde “bu neye delalet” diye sordu kendi kendine tekrar. Belki bir parça et atar beklentisiyle camekanın önünde miyavlayan kedileri tekmeyle kovup, arkalarından “pis mendeburlar” diye bağıran Kasap Hayri’nin kulağına kadar eğilip “delalet ne lan?” demesiyle iyice afalladı. Elindeki paraları gösterip, gördüğü o garip rüyayı anlatmak üzereyken, Ustasının “kaba herif” dediği ve hiç sevmediği kasaptan yardım istediğini duyarsa kızacağını düşünerek hemen vazgeçti. Kasap hâla sorduğu sorunun cevabını bekliyordu. “Yok bi’şey” dedi ve oradan uzaklaştı. Kasap Hayri, “Vicdansız marangoz! odunlarla uğraşa uğraşa kalasa döndürdü çocuğu, yazık!” diye geçirdi içinden. Ve bu benzetmesini çok beğenerek sırıtarak dükkanına girerken içeriye seslendi: “Arif! delalet ne demekti lan?!” Arif de bilmiyor olacaktı ki ekledi: “gogıla bak oğlum.”

Fikri, elinde rüyasında gördüğü üç adet yüzlükle yürüyordu. Sonucu ne olursa olsun atölyeye dönüp, “Ustam! Bu parayı Fener’in mağlubiyetine mi basayım?” diye sormayı kararlaştırmıştı. Aniden durdu. Tam geriye döndüğü an ustasıyla göz göze geldi. Çok çalışırsa başarılı olabilecek bir boksör gibi gardını aldı. Ustasından gelecek sağlı sollu kroşeleri, aparkatları, direkleri beklemeye başladı. Kamil Usta büyük bir olgunluk göstererek (belki de çocuğun bu çok korkmuş hali ona kafi derecede ders olmuştur diye düşünerek) çırağını dövmedi. Cebinden elektrik faturasını çıkartarak Fikri’ye uzattı, “hadi düş önüme” dedi zira faturanın yatırılacağı banka o tarafta değil bu taraftaydı. Dükkanının önünden geçerlerken Kasap Hayri gülerek sordu: “Neye delalet ediyormuş” Kamil Usta ona bakmadan cevapladı. “Neye olacak, eşekliğine…”