Dinlerarası diyalog elbette barışa hasret dünya için kulağa hoş gelen bir terim ama hepsi bu. Daha fazla bir şey değil. Diyalog kabul edilebilir bir şey ama kiminle? Ne amaçla? Hangi Saikler ışığında?

Büyük bir gönül rahatlığı ve kesinlik içinde söyleyebiliriz ki FETÖ’nün kastettiği bu tarz bir diyalog mümkün değildir. Evvela dinlerin kendi içyapılarına da asla uymaz. Bu husumet ve ezeli önyargı salt mensup olunan dinlerle sınırlı değil, tüm sosyal hayatta kendini açıkça gösteriyor. Bilim, güzel sanatlar, mimari, edebiyat, askeri yapı, ticaret, alt kültür, anlayış ve sosyal yaşama ait her kural kendine özgü ve “öteki”nden bambaşka şeyler ifade eder. Bir anlamda Öteki ile bir iletişime kurulabileceğini ve bu minvalde beklenti içinde olacağımızı düşünelim, ama o zaman karşımızı Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların birbirlerinden sadece dinleriyle değil farklı kültür daireleriyle ve kesin duvarlarla ayrıldıklarını görüyoruz. Küçük bir örnek olması çerçevesinde Avrupa birliğinde yıllarca karşılaşılan direncin en önemli ayaklarından olan bu konuyu biliyor ve yaşıyoruz.

Din üst-alt kimliğinin yanında bir millet kimliği ve ya bir kültür dairesi kimliği vardır ki bu da zaten son derece imkânsız bir ütopya olan diyalogu tamamıyla bir mit yapar.

Tarih genel olarak farklı dinlerin mücadelesiyle şekillenmedi mi? Dini amaçların ön planda tutulmadığı, ya da öyle zannedilmediği savaşlarda bile din kavramı her zaman en ön saflarda olduğunu unutmamak gerekir. Bunun o kadar çarpıcı örneği var ki en azından aşağıda bildirdiklerimiz

1995 yılında körfez savaşında önemli rol oynayan Binbaşı Hugh Shelton’ın “Evet biz oraya maddi çıkarlar için gittik. Amerikan halkının menfaatleri neredeyse Birleşik Devletler Ordusu oradadır. Fakat Iraklı askerleri ve esirleri öldürmemiz için maddi bir nedene de gerek yoktu. Müslüman olmaları başlı başına bir neden değil mi?” sözü!

Yahudiler’in Filistin yerleşimlerinin üzerine attığı bombaların üzerine “Ramazan şekeri” yazmaları asla bir fantezi olarak görülemez. Bush’un Irak’ı işgalinin başladığı günlerde bir basın açıklaması düzenleyip yaptıklarının “Haçlı Seferleri” olduğunu beyan etmesi bu dinler arası diyaloğun küresel çıkarların amaçları için bir afyon olarak planlandığı ve bu hizmet hareketi eli ile de uygulamanın sürdürülüyor olması!

Batı’ya göre Müslüman eğer işbirlikçi değilse işgalci, barbar ya da teröristtir. Bunun böyle algılanması için ne çok örnek, ne çok çaba, ne çok oluşum gayreti içindedir batı.

Muhakkak ki birtakım dini yakınlaşma, tanıma ve anlama faaliyetleri gerçekleştirilecektir bunu asla göz ardı edemeyiz. Fakat bu lokal teşebbüsler bütüne tesir etmekten çok uzaktır.

Dinlerin kendi içyapıları bu tür bir diyaloga asla izin vermemektedir.

Bir tarafta İslam dinini kabul bile etmeyen bir Hıristiyan inancı, bir tarafta kavmi bir din olmasıyla övünen ve İslam’la münasebete son derece kapalı bir Musevilik, bir diğer tarafta son olması hasebiyle gelmiş tüm dinlerin hükmünü ortadan kaldıran İslamiyet.

İşin trajik yönü İslam dininin tüm hak dinlere ve bunların peygamberlerine olan sonsuz imanı ve saygısı yanında diğer dinlerde İslam dinine ve onun peygamberine karşı aynı saygının binde birinin olmaması. Bu şartlar altında nasıl bir diyalog kurabilirsiniz?

Esasında dinler arası diyalog çabaları kilise tarihi kadar eskidir. 1920’li yıllardan itibaren daha belirgin hal alan dinler arası diyalog, bilhassa II. Vatikan Konsili tarafından çok önemsenmiştir.

Gülen’in taşeronluğunda yürütülen diyalog sürecinde onun, Papa ile görüşmesi, önemli bir dönüm noktasıdır. Gülen’in Papa ile 9 Şubat 1998’de Vatikan’da, bizzat Devletin bilgisi ve kontrolü dâhilinde görüştüğü unutulmamalıdır. Gidişini başbakan Bülent Ecevit ve Dışişleri bakanı İsmail Cem ‘in onayladığı unutulmamalıdır.

Vatikan’da Fiumicino Havaalanı’nda onu Türkiye Büyükelçisi Altan Güven karşılamıştır. Dışişleri Bakanlığı yetkililerine göre, aslında böyle bir karşılama hiçbir şekilde olağan olmadığı için, bizzat bakanın izni gerekmiştir. Bir taraftan devletin bazı güçlerince takip edilen, hakkında dosyalar tutulan ve yargılanması istenen(!), diğer taraftan ise, hiçbir resmi sıfatı olmadığı halde, bizzat devlet eliyle Papa’ya gönderilen emekli bir vaizin Papa ile görüşmesi, belli bir misyon dışında, başka ne ile açıklanabilir?

Bu misyon bizi 15 Temmuz gecesine kadar sürüklemiş ve her şey bütün çıplaklığı ile gün gibi ortaya çıkmıştır.

Devletin zaman zaman bu duruma alet olması ise en acı olan taraftır…