Kendi kendisinden utanmayan

yeryüzünde hiç kimseden utanmaz.

-Neşet Ertaş-

Sana yazdıklarımı kendime bile söylemekten sakınıyorum bazen kâri. Saklanır gibi yazıyorum, utanır gibi, suç gibi, günah gibi. Lakin yine de yazıyorum. Sen olsan da olmasan da, okusan ve okumasan da yazıyorum. Söylemiyorum ve biliyorum söylemenin faydası olmadığını. Ama yazmak öyle değil. Yazmak bir kenarını sana bırakmak demek sarı saman bir kâğıdın. İşte onun için yazıyorum; senin için…

Ne çok ses var kulaklarımda, dudaklarımda ne çok yarım kalmış cümle ve ne çok yüz zihnimde yarım yarım hatırladığım… Oysa ben bütün dünyadan kaçıp, yaşamaktan ve yaşlanmaktan belki de firara kalkışıp, kimselerin olmadığı, kulaklarımın bunca sesle dolmadığı, sözlerimin dilimin ucuna gelip de kalmadığı bir yerde olmayı dilemiştim hep. Misal ki dağ başında sessiz, ıssız ve hatta kimsesiz bir evde yahut bir barakada olsa bile elimde bir kitapla yağmur yağarken bir bardak demli çaya bütün bir ömrü gömüp de okumak isterdim. Yalnızca kitapları değil, kendimi de okumak isterdim. Sen sanma ki yalnızca kitaptır okunan. Bir insanı dahi okur gönül lisanını bilenler. Lakin gücüm yok, o bir makam ve ben bir garip o yolda yürüyen değil ancak sürünen. Oysa işte hep hayalimde derdini, kederini, hasretini, acısını bile susarak anlatan adamlardı okuyan adamlar. Çok sonraları anladım onların bütün bir acıdan kaçıp da kitaba saklanmadığını, çok sonraları anladım en büyük acıların susarak anlatıldığını. Ve anladım, güzel insanlardır susanlar.

Cânım kâri, hayallerde yaşayamıyor insan hatta hayallerle bile yaşayamıyor. Ve zannımca insan yaşadıkça ve yaşlandıkça hayal etmek denen istidadını kaybediyor. Oysa gönlüm bunca acıdan ve bunca dünyalık dertten sıyrılıp da o dağ başına kaçmayı istiyor. Hatta kendimden kaçmaya niyetlendiriyor beni. Zira insan en büyük yalanları hep kendine söylüyor ve ben işte o yalanlara hep inandım. Ve hiç kaçamadım kendimden. Değil mi ki bir kez doğmuş olma gafleti düştü biz gariplere. O vakit yaşamak derdini çekmeye mecbur olduk biz. Ha sen şimdi belki de diyeceksin ki: “Dert midir yaşamak?” Yaşamak derttir kâri. Biz gibiler için dünya zindan olsa gerektir. Biliyorum sazın son perdesine dokunuyor parmaklarım ve belki de söylenmeyecekleri söylüyorum. Lakin yaşamak derdi dediğim dünyaya sevdalılar için değildir. Sevdası yaşamaktan ziyade yaşatmak olanların bedeni de çekemez zaten ruh cevherinin yükünü. Gönül dünyada zindandadır. Demem o ki gönlüm uçup gitmek istiyor bir hayalin ardından, bedenim engel oluyor ona. Sakın yanlış anlama; ölelim demiyorum kâri. Bir anlık bile olsa ölmüş gibi yaşayalım.

Dünyaya boğulmuş olmamız neden, bilmiyorum. Ama ah ki o başımızı yerden kaldırıp da bir baksak semaya, bir baksak ki ve görsek; bizim değil. Bir vakitler edepten eğdiğimiz başımızı şimdi utandığımızdan indirmiş gibiyiz yerlere. Kendimizdendir utancımız. Zira sebebi biziz bunca şikâyet ettiklerimizin. Güzelin elinden kötü şey çıkmaz diye inanmışız ya bir kez, o vakit yaratılmış kötü yok. Ezcümle şikâyet eden de biziz ve şikâyet edilen de biz.

Hâsılı kâri, bilirim sen de bana benzersin. Ve sıkkındır gönlün bir hengâmede bunca vakit tüketmekten. Ve sayılı günün geçtiği gibi geçmektedir ömür. Dert et ama ümit kesme. Zira dünya dar gelir biz gibilere. Zira aşkın sığdığı gönül bu dünyaya sığar mı hiç?

Cânım kâri, hoş olsun gönlün… Zira dünya dardır gönlü geniş olana…