Sonra, durursun.

Durgun bir su gibi kendi içine bakarsın. Oysa, bilirsin ki kendiyle dolu olan insanın âleme hayrı yoktur. Belki hayırsızlığı da yoktur ama işte kendiyle dolu olmanın, kuyruğunu kovalayan kediden pek farkı yoktur. Zararı kendinedir.

Sonra, durulursun.

Dilini, bakışını, duyuşunu, dokunmanı çektiğinde âlemden, duru suyun içindeki balıkları, taşları, yosunları, engebeleri görür gibi kalbini görürsün. Belki, onca uğraş, koşuşturma arasında göremediğin kalbinin ne kadar cılızlaştığını, kendine dahi hayrı olmayacak raddeye geldiğini görür, o duru suya iki damla gözyaşı dökersin.

Sonra, derine bakarsın.

Gözünü dışarı doğrultmaktan, bakışını hep suyun yüzeyine dikmekten vazgeçer, bir gayretle derinlere bakarsın. Derinlerde kıvıl kıvıl kaynayanı görürsün. Kaynayan kendi kıyametin, kendi yaşamındır. Sürekli başka gözlerin yorumladığı ve başka nazarlarla baktığın değil; öz gözünle baktığın ölümlü hayatının özüdür orada kıvranan. Biricik olduğunu belki de o an anlarsın.

Sonra, darlanırsın.

Onca sene bakmadığın içine baktığında, derinlik sarhoşu olup darlanırsın. Kalbinin hatırını sormayan insanların o ucuz sıkıntısı basar. Dışarı çıkmak istersin. İnsanın, hep dışarı çıkmakla içeri saklanmak arasında örülmüştür ilmekleri. Dışardakini içeri aldığında, içerdekini dışarı çıkardığında başlar zaten yolculuk.

Sonra, değişirsin.

Aynı olmanın dürüstlük olduğu anlatılmıştır sana. Oysa, aynılık başkalarının işini kolaylaştırır. Üzerindeki etiketi atmanı istemezler. Tanınman kolay olur. Poşetlenip satılmanı kolaylaştıran bir şeyden vazgeçtiğinde kızarlar. Ve sen başka gözlerde, yalan bakışlarda yanlış yaşamak istemediğinde değişirsin. Hatta aslına bile dönersin.

Sonra, dürülüp bükülen bir yorgan, bir defter, bir çiçek düştü aklıma…

Sonra, dönüşürsün.

Aslında hayatın da kalbin de dönen, devir daim eden yaratılmışlar olduğunu, ömrün bir avuçtan diğer avuca geçerken azalan bir su olduğunu fark ettiğinde dönüşürsün. Su olup bir ağacın gövdesine yürüdüğünde, öfkeni sabır örsünde dövüp sebata geçtiğinde, sadece aslında bir çift gözün olmadığını başka bir bakışın olduğunu anlarsın. Belki de bu sebeple, bakışlarınızı tazeleyin, gözünüzü yıkayın, demiş eskiler.

Sonra, döner gelirsin tüm sahte savaşlardan, yanıltan seraplardan, kış güneşi sevdalardan, kar gibi tutan saygılardan… Diyorum ya, “Pek soyut konuşuyorsun azizim!” diyorsun belki de. El hak doğrudur.

Aslında Halep’te doğmuş, iki yaşında Türkiye’ye gelmiş olan Suriyeli öğrencilerimden, babası aşçılık yapan öğrencim Fatih’in o bitimsiz masum bakışlarından, okulun önündeki o beyaz kedinin çocukların yanında nasıl şımardığından, okulumuzun emektarı Ali abiden bahsetmek isterdim ama insan, derin bir kuyu. İçine düştüğünde çıkamıyorsun.

Bugün yine durmak istedim ama duramadım; otobüse bindim, ders anlattım, bir romana başladım, Ekber Şah’ın sarayına gittim, Floransalı bir büyücün peşi sıra yine kadim bilgileri tartıştım, annemi özledim, savaş görmüş dostlarımı aramadığım için üzüldüm, kurmaca metinler yazan iki hikâyeciyle tanışmak istedim… Sevginin, insan olmanın, acının, beklemenin, susmanın hallerini tarttım. Yani bugün de bir su yorumcusu gibi elimdeki kabın içindeki bir avuç suya baktım durdum.

Rüya yorumcularıyız. Unutulacak rüyalara bel bağlayan ve altı üstü bir damla kan, bin bir keder olan şu su torbası bedeni oradan oraya savuran daima mağlup su yorumcuları.

Sonra, durdum.

Sürekli akmanın aslında bir unutma biçimi, bir bahane olduğunu fark edip durdum. Durup, durulduğunda suyun tabanında kalanlardan ibaret olduğumu gördüm. Sahi, tüm dalgalanmalardan sonra o duru suyun içinde, gönlünüzün aynasında ne görüyorsunuz?