Bir zamanlar müzelerde fısıldayarak gezilen, salonlarda ceket ilikleyerek izlenen, kitapçılarda büyük puntolarla değil de dikkatle aranan kültür; şimdi “beğen” butonuna sıkıştı. Artık sergiler selfie alanı, konserler story malzemesi, kitaplar da “şu an bunu okuyorum” diye poz verilen objeler. Sor bakalım birisi o kitabı bitirdi mi? Tabii canım, kapağı çok güzeldi...

Peki ne oldu bize? Kültür neden filtreye düştü? Sanat neden paylaşım için poz veriyor?

Eskiden sanat, biraz mahremdi. İnsan “kendini gerçekleştirmek” için uğraşır, okuduklarını, gördüklerini sindirirdi. Şimdi ise “görsünler diye” yaşıyoruz. Bir sergiye giden, tabloyu değil, çerçevesini çekiyor. Yanında “cool” pozuyla beraber. Van Gogh’un fırça darbeleri değil, filtre uyumu konuşuluyor. Kimse “Bu eser ne anlatıyor?” diye sormuyor, “Arkadaşlarım bu pozu beğenir mi?” diye düşünüyor.

Yani sanat artık sanat için değil, beğeni için!

Bazı müzeler artık özel olarak Instagram köşeleri kuruyor. Işığı ayarlanmış, arka fonu “aesthetic” hale getirilmiş. Bir sanat eserinden çok, içerik üreticisine hizmet ediyor. “Experience art” değil, “experience the likes” olmuşuz. İçeri gir, poz ver, çık. “Müzeyi yaşadım” check.

Gerçekten sanatın içindeyiz ama onunla hiçbir temasımız yok. Tıpkı müzede gördüğümüz o dev küre gibi: dokunamazsın ama poz verebilirsin.

NFT’ler, dijital kolajlar, yapay zekâ tabloları... Yeni çağda sanatın doğası değişiyor. Eskiden bir tabloyu yıllarca çalışırdı ressam, şimdi Midjourney'e "kadın, üzgün, yağmurda, vintage" yazıyorsun, 2 saniyede şaheser. Gerçi bazen gözler 6 parmak çıkıyor ama neyse, detaylarda boğulmayalım.

Dijital sanat, hızla tüketime uygun. Bir tuşa bas, bir şey yarat. Beğenilirse ne ala, algoritma seni daha çok besler. Beğenilmezse? E zaten kaybolur gider, nasılsa çerçevesi bile yok.

Sanatın içeriğinden çok estetiği konuşuluyor artık. Kitap mı yazdın? Kapağı güzel mi? Film mi çektin? Renk paleti tutuyor mu? Albüm mü çıkardın? Kapağın sade mi? İçeriğe gelen yorumlar “güzelmiş, listeye aldım” seviyesinde kalıyor. Kimse derinlemesine analiz yapmıyor, çünkü kimsenin vakti yok. Ya da isteği...

Düşünsene Dangalağım, Kafka bugün yaşasa, Instagram’ı olur muydu? Belki olurdu, profilinde de “Gregor Samsa 29 – sabah uyandığında böceğe dönüşen beyaz yaka” yazardı.

Artık sanatçı olmak demek, aynı zamanda sosyal medya stratejisi uzmanı olmak demek. Paylaşım zamanını, etiketleri, müzik seçimini bilmezsen, eserini kimse görmüyor. Ve işin garibi, bazı sanatçılar bunu öyle sahipleniyor ki, “Ben eserimi sosyal medyada inşa ediyorum” diye savunuyor. Okey, güzel de... Bu inşa mı, inşaat mı belli değil.

Eskiden sanatçı “eserle” konuşurdu, şimdi “reels'le” konuşuyor.

Peki bu kötü mü? Hayır. Her çağın kendine göre bir sanatı vardır. Instagram da bu çağın tuvali olmuş olabilir. Ama mesele şu: Bu tuvali çizenler, izleyiciler mi? Yoksa sadece poz verenler mi?

Kültür artık hızlı tüketiliyor. Story süresi kadar... Kalıcı iz bırakmak zor. Ama belki de çağın kuralı bu. Geçici ama parlak. Yüzeysel ama çekici.

Belki biz de kültürü fazla ciddiye alıyoruz. Belki de Mona Lisa’nın köpek kulaklarıyla bir pozu olması, sanatın demokratikleşmesidir. Kim bilir?