Türkiye’de gündelik hayatın yükü artık sadece cebimizdeki para değil; o paranın hızla eriyen değeri. Pazara çıkan bir annenin, aldığı domatesin kilosuna bakarken “geçen hafta daha ucuzdu” demesi, milyonların sessiz çığlığıdır. Çünkü mesele sadece rakamlarla açıklanamaz; doğrudan hayatın ortasına saplanmış bir çividir.
Bugün çalışan kesimin maaşı daha ellerine geçmeden azalıyor. Market raflarında etiketler her gün yenileniyor. “Yarın daha da pahalanacak” endişesi, halkın psikolojisini kemiren görünmez bir canavardır. İnsanlar artık sadece para kaybetmiyor; umutlarını da kaybediyor.
Sokakta konuşulan tek şey zam. Ev kirasından elektriğe, mazottan ekmeğe kadar her alanda artan fiyatlar toplumu sessiz bir öfkeye sürüklüyor. Kimse bağırmıyor belki; ama bu sessizlik en yüksek çığlıktır. Çünkü birçok aile akşam yemeğini sofraya koyarken bile “yarın ne yiyeceğiz?” sorusunu içten içe soruyor.
Ekonomik kriz sadece rakamlarla ifade edilemez. Çocuğuna yeni ayakkabı alamayan babanın utancı, anneannelerin pazarda tek başına domates seçerken titreyen elleri, gençlerin kahvede oturup geleceği konuşamadan suskunlaşması… İşte krizin gerçek fotoğrafı budur.
Uzmanlar “sabredelim, birkaç ay içinde düzelir” diyor. Ama bu birkaç ay, kimin hayatından çalınıyor? Üniversiteye gidemeyen gençten mi, evlilik hayalini erteleyen çiftlerden mi, yoksa soğukta battaniyeye sarılan yaşlılardan mı?
Türkiye’nin en büyük meselesi enflasyon değil, umutsuzluktur. Umudunu kaybeden toplum sadece fakirleşmez; geleceğini de kaybeder. Asıl mesele, halkın güven duyacağı ve geleceğe inanacağı bir iklim yaratmaktır. Eğer bu iklim kurulmazsa, zamlar düşse bile yarınların yükü hafiflemeyecek.
Her sabah sokaklarda yürüyen, evinde sessizce hesap yapan milyonların sesi, tarihe not düşüyor. Gelecek kuşaklar, bu dönemi sadece ekonomik verilerle değil, insanların sessiz çığlığıyla hatırlayacak.
Bugün için çözümler geçici önlemlerle sınırlı. Piyasa düzenlemeleri, düşük faiz politikaları veya kısa süreli indirimler, temel sorunları çözemez. Kalıcı çözüm, eğitimden üretime, sosyal desteklerden vergi politikalarına kadar bütüncül bir yaklaşım gerektirir. İnsanların günlük yaşamlarını, geleceğe dair planlarını güvence altına almak, ancak böyle bir anlayışla mümkün olur.
Halkın sabrı tükeniyor. İşsiz gençler, yüksek fiyatlar karşısında gelecekten umudunu kesiyor. Orta gelirli aileler, çocuklarının eğitimine ve sağlık hizmetlerine erişmekte zorlanıyor. Yaşlılar, düşük emekli maaşlarıyla geçinmeye çalışıyor. Bu tablo, sadece ekonomik bir sorun değil; sosyal bir felakettir.
Toplumun her kesimi artık değişim istiyor. Hükümetler, sadece kısa vadeli önlemlerle günü kurtarmaya çalışıyor. Oysa gerçek değişim, sistemin kendisinin insan odaklı bir anlayışla yeniden yapılandırılmasıyla gelir. Ekonominin ölçütü artık sadece büyüme rakamları veya ihracat değil; halkın yaşam kalitesi olmalıdır.
Bugün suskun yürüyen milyonların sesi, aslında bir uyarıdır. Eğer önlem alınmazsa, ekonomik kriz sadece rakamlarda değil, sosyal dokuda da kalıcı yaralar bırakacaktır. Bu yaraların kapanması, sadece politika yapıcıların değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak sorumluluğudur.