“Normal insan” tanımını kim yaptıysa, büyük ihtimalle çok sıkılmış biriydi.
Çünkü bu çağda “normal” kalmak başlı başına bir mücadeleye dönüştü.
Her şeyin hızla değiştiği, algıların günden güne evrildiği bir dünyada, hâlâ sabit kalıplara sığmaya çalışmak hem yorucu hem de anlamsız. Ama yine de çoğumuz, çoğu zaman, kendimizi o kalıplara sığdırmaya çalışıyoruz. Eğilip bükülüyoruz. Kendimizden parçalar eksiltip bir “normal” görüntüsü inşa etmeye uğraşıyoruz.

Çocukken biraz fazla konuşan hemen “hiperaktif” damgasını yedi.
Çok susan “içe kapanık” oldu.
Ortaokulda farklı giyinen “garip”ti.
Lisede kendini ifade eden “drama queen.”
Üniversitede marjinal olmak, cesaret değil “abartı” sayıldı.
İş yerinde fazla gülen de dert oldu, fazla susan da.
Kısacası, fazla olan her şey rahatsız etti. Az olan her şey eksiklik sayıldı.

Oysa insan, bir standarda oturtulacak kadar düz bir varlık değil.
Hayat zaten standart değil. Duygularımız, düşüncelerimiz, bedenimiz, kararlarımız, iletişim biçimlerimiz... Hepsi birbirinden farklı. Ve bu farklılıklar bizi “tuhaf” değil, gerçek kılıyor.
Ama işte mesele burada: toplum bize sürekli “standart” olmayı dayatıyor.
Çünkü sistemin en sevdiği şey öngörülebilirlik. Ama insan, doğası gereği öngörülemez.

Peki neden hâlâ bu kadar “normal” kalmaya çalışıyoruz?
Çünkü dışlanmaktan korkuyoruz.
Anormal görünmenin, eleştirilmenin, yargılanmanın yükü ağır geliyor.
İronik olan şu ki, hemen herkes içten içe kendini farklı hissediyor.
Ama herkes, başkalarının gözünde “normal” görünmek için çabalıyor.
Sonuç? İçten içe bastırılmış, mutsuz ama dışarıdan “uyumlu” bir kitle.

Halbuki mesele tam tersine dönebilir.
Biraz daha kendi gibi davranan insanlar, biraz daha özgür alanlar yaratabilir.
Biraz daha “tuhaf” olanlar konuşmaya cesaret etse, bu dünya daha samimi bir yer olabilir.
Çünkü en büyük özgürlük, kendin olabilme özgürlüğü.
Ve en kalıcı değişim, o özgürlüğün bulaşıcı hale gelmesiyle başlar.

Kabul etmek gerek: hepimiz biraz tuhafız.
Kimimiz sabah kahvesini terasta içmeden insan içine çıkamıyor,
kimimiz kırmızı ışıkta duran arabaların içinde dans ediyor,
kimimiz ise sabaha kadar evde tek başına belgesel izleyip mutlu olabiliyor.
Evet, tuhafız. Ama işte o tuhaflıklar bizi insan yapıyor.

Bu yazı, tuhaflığın aslında bir kusur değil, bir kimlik olduğunu hatırlatmak için.
Bir gün kendini “o kalıba” sığamıyor gibi hissedersen, lütfen kendini suçlama.
Çünkü en güzel şarkılar, gam dışındaki notalarla yazılır.
Ve dünya, “normal” olanların değil, kendine özgü olanların izinde değişir.