Ortadoğu’nun en derin yarası, hiç şüphesiz Filistin meselesidir. On yıllardır kanayan bu yara, sadece bir halkın topraklarından sürülmesiyle ilgili değildir; aynı zamanda insanlığın vicdanının test edildiği bir alandır. Ne var ki, bu sınavda en büyük çelişkiyi yaşayanlar çoğu zaman Müslüman ülkelerdir.

Bir tarafta “ümmet” söylemini yüksek sesle dillendiren, Filistin için gözyaşı döken, mitinglerde bayrak sallayan yönetimler vardır. Diğer tarafta ise, perde arkasında İsrail’in güvenliğiyle uyumlu adımlar atan, ABD’nin baskısıyla askeri anlaşmalar yapan, diplomasi masalarında sessiz kalan aynı ülkeler… Bu ikiyüzlülük, sadece Filistin halkını değil, Müslüman toplumların kendi geleceğini de zehirlemektedir.

ABD’nin bölgedeki en temel önceliği açıktır: İsrail’in güvenliği. Bu, Demokrat ya da Cumhuriyetçi fark etmeksizin, Amerikan siyasetinin değişmeyen sabitidir. Askerî yardımlar, diplomatik koruma, Birleşmiş Milletler’de kullanılan vetolar hep bu amaca hizmet etmektedir. Peki, Müslüman ülkeler ne yapıyor? Kimi zaman baskıya boyun eğiyor, kimi zaman ekonomik çıkarlarını önceleyip sessiz kalıyor, kimi zaman da ABD ile kurduğu ilişkilerin bedeli olarak İsrail’i dolaylı biçimde meşrulaştırıyor.

Böylesi bir tablo, sadece Filistin için değil, İslam dünyasının geleceği için de yıkıcıdır. Çünkü Filistin davası, yalnızca coğrafi bir mesele değil, bir adalet davasıdır. Eğer bir Müslüman ülke, kendi çıkarı uğruna bu adalet davasını göz ardı ederse, yarın kendi halkının adalet talebine de sırtını dönebilir. Nitekim bugün halkların vicdanında derin bir kırgınlık vardır: “Kudüs için seslenenler, neden iş ciddiye binince geri adım atıyor?”

Oysa mesele sadece Filistin değildir. İsrail’in güvenliğini merkeze alan her strateji, bölgenin bağımsızlığını, kendi geleceğini tayin etme hakkını da tehdit eder. Çünkü bir ülke, kendi iradesiyle değil de küresel baskılarla yön alıyorsa, orada ne bağımsızlık kalır ne de özgür irade. İsrail’in güvenliği adına atılan her adım, aslında bölge ülkelerinin kendi bağımsızlıklarından bir tuğla daha koparmaktadır

Burada asıl soruyu sormak gerekir: Müslüman ülkeler kısa vadeli çıkarlar için mi hareket etmeli, yoksa uzun vadede onurlu bir duruş mu sergilemeli? ABD baskısı, elbette görmezden gelinemez. Ekonomi, savunma, teknoloji gibi alanlarda güçlü bağlar kuran Washington, geri adım attırma gücüne sahiptir. Fakat bağımsızlık dediğimiz şey, zaten bedeli olan bir tercihtir. Eğer bir millet, bağımsızlığını kolayca teslim ediyorsa, ekonomik kazanımlarının da bir kıymeti kalmaz.

Filistin’in onurunu savunmak, sadece bir dış politika meselesi değildir. Aynı zamanda içeride halklara verilen bir mesajdır: “Biz çıkar için değil, değer için siyaset yapıyoruz.” Bu mesaj verilebildiğinde toplumların devlete olan güveni artar. Aksi hâlde, Filistin meselesi üzerinden yaşanan ikiyüzlülük, içeride de siyasal meşruiyeti zedeler.

Bugün pek çok Müslüman ülke, bu sınavı başarıyla verememektedir. ABD’nin baskısı, ekonomik anlaşmaların cazibesi, bölgesel rekabetler derken, Filistin davası “ikincil” bir mesele gibi kenara itilmektedir. Oysa Filistin, İslam dünyasının kalbidir. O kalp atmadıkça ümmetin diğer organları da canlı kalamaz.

Burada yapılması gereken, cesur ama gerçekçi bir tercihtir: Kısa vadeli çıkarların cazibesine kapılmadan, uzun vadeli onurlu bir çizgide yürümek. İsrail’in güvenliğine teslim olmak kolaydır; bedeli sadece bir imza ya da bir sessizliktir. Ama Filistin’in onurunu savunmak zordur; bedeli diplomatik baskı, ekonomik yaptırım, hatta siyasi yalnızlıktır. Fakat tarih, bu bedeli ödeyenleri hatırlar.

Müslüman ülkeler için asıl mesele, hangi safta anılmak istedikleridir. Tarih kitaplarında, “ABD baskısına boyun eğip İsrail’in güvenliği için sessiz kalanlar” arasında mı yer almak, yoksa “Filistin’in onuru için bedel ödeyenler” arasında mı? Belki işin özü tam da burada saklıdır: Kısa vadeli rahatlık mı, uzun vadeli onur mu?