İmkânlar çoğaldıkça bereketin azalışı, maddi ve manevi tatminsizliğin en üst seviye çıkması, insanlık nereye gidiyor sorusuna yönlendiriyor duyarlı yürekleri. İyilik yapmaktan adeta korkar hale gelen insan sayısının çoğalması, ürkütücü ve tedirgin edici. İyilik cevapsız bir mektup gibidir. Merhamet ve vicdan duygusunun şekillenişi ile doğan bu duygu, insanın özüdür. Bir sıkıntıyı gidermek, acıya ortak olmak, yaranın dostluğunda buluşmak insanlık vazifemiz değil midir?

İnsanın kendini doğruluğa adamasıdır, bereket. ‘Doğruluk, insan kalbinin en gerçek anlatımıdır.’ diyen Konfüçyüs, kalbin en saf, en temiz halini özetlemiştir. Doğruyu rehber edinen herkes sorgulamadan,  ayrıştırmadan beklentiye girmeden iyilik yapar. Erdemli bir toplumun köklerinde iyilik vardır. Vicdansızlığın şehrinde, kontrolsüz duyguların hükmü geçer. Sen zorlama bir şehir tutkusu ile yaşamın saçlarını ikiye ayırıp, oraya adalet olmuşsundur. Yanlışı koruma çaban, bataklıkta çırpınışındır. İnsan menfaatine göre iyilik yapan olunca başlar maskelerin dünyası. Hırs, öfke ve özenti ile yozlaşan insanın yaşam başlığıdır, iyilik tutulması. Basiretsizlik bir iç kıyımdır.

İmkânlar çoğaldıkça, bereket azalıyor. Eskiden kıtlık vardı. Değirmende öğütülen mısır unu, ekmek olurdu. Merhamet, emeğe saygı, azim huzuru fısıldardı. Huzur da bereket demekti. Sofrada bir tabak; başında en az yedi sekiz kişi, kaşık sesleri ve annenin gülümseyişi. İşte bu birliktelik cesaret verirdi aileye. Nimete saygı ve edep ile sessizleşirdi iç dünyalar. Evet, yokluk vardı. Delik ayakkabılar, bidonda sular, leğende çamaşırlar ve sabun kokusuydu evlerin hikâyesi. Sabır ve kanaat duygusu kale gibiydi. Birbirine eğilmiyordu insanlar alın teri ile kazanılıyordu ekmek parası.

Dünün ve bugünün huzurunu teraziye koymanın vakti gelmedi mi? Anne ve baba, dünyaya getirdiği yavrusunu kendi zevk ve nefsi için, sokağa teslim ediyor. Bireysel konfor, modern insanın ürettiği çürümüşlükten başka bir şey değil. İç çalkantı burada başlıyor. Ailenin dilinde onur, huzur ve bereket yoksa toplumda dibe çöküşler başlamış demektir.

Bilginin, eğitimin, kariyerin sunumu ile toplum seviyesinin yükselmemesi tuhaf değil mi?  Donanımın, insanı fakirleştirmesi kadar taaccüp edilecek bir başka şey var mı? İmkânlar çoğaldıkça açlık başlıyor. Başka yok mu, diyor insan! Çünkü yetinme duygusu zayıflamıştır. Babam bazen bize geriye bakın. Kızım, babanızın gerisine bakın! O bakışta tanıyacaksınız kendinizi derdi. (Okula gitmek için çamurlu yollardan yürüyen, gaz lambasında kitap okuyan, bir köy çocuğunun azmi ve merhameti vardı geride ) Dedelerinin geldiği yeri bilmeyen bir nesil ‘ ülkesine, toplumuna, ailesine ve kendi iç evine’ yabancı olur.  Her şeyi olan insanın, mutluluğa aç oluşu düşündürücü değil mi?   Doyumsuzluk ruhun sakatlanmasıdır. Gözlerini kullanmayı bilmeyen kalbinden bihaberdir. Eskinin ev düzeninde edep, adap ve uyum vardı. Herkes eskiyi arıyor yani kendini. Kazanıyorsun yetmiyor. Yetiyor huzurlu değilsin. Daha iyisi,  gösterişlisi,  fazlası derken insan doyumsuzluğa yelken açmış oluyor. Bereket ile anlam bulan insanlığa ihtiyacımız var.

Bugünün penceresine Şeyh Galip’i bırakıyorum: “Yek katre-, hunest, sad hezaran endişe. (İnsan üç beş damla kan ve bin bir endişedir.)”