Türkiye’nin temas ve diyalog yolu kurmakta diğer ülkelere göre ciddi avantajları var. Geniş bir coğrafya ile ortaklıklar üzerinden ilişki kurma ve geliştirme ayrıcalığına her zaman sahip oldu. Bunun ne kadar verimli kullanılabildiği ise su götürür tartışmaları açar.

Yapılabilecekler o kadar geniş bir yelpazeye işaret ediyor ki: Tarihi, dini, etnik, kültürel vs. benzerliklerin her bir üzerinden, çok uzak olduğumuz ülkelerle bile ilişki geliştirmek mümkün. Yanı başımızdaki ülkelerle komşuluk, gümrük birlikleri, düşürülmüş vergi tarifeleri, ortak yanlar ve benzerlikler kültür, inanç, dil yakınlığı, ortak kelime hazinesi, ortak zevkler ve benzer davranış kalıpları, maruz kalınan benzer tehditler aynı coğrafyada yaşamanın verdiği avantaj ve dezavantajları birlikte paylaşmak veya birlikte göğüs germeyi gerektiriyor.

Komşu olmanın ve aynı coğrafyada yer almanın getirdiği potansiyel kazanç alanları paylaşıldıkça berekete/sinerjiye dönüşebilecek avantajlar.

Kültürel ortak zemin ve tabanın keşfedilmesi ve kader ortaklığının farkına varılması işbirliği ve güç birliğinin gerekliliğini anlamak için önemli. Okyanus ötesi müttefikleri olan ülkeler, sınır komşularıyla çoğu zaman sudan sebeplerle ve medya algılarıyla oluşturulan veya yüzlerce yıl önce kapanmış olan defterleri açarak hortlatılan düşmanlıklarla aralarındaki duvarları yükseltiyorlar. Bölgelerin problemleri bölge halkaları tarafından çözülmeli derken bu devlet, millet ve halkların birbirilerini tanımalarını sağlamadan alınabilecek bir yol yok.

Ortak paydaların, müşterek zeminlerin tanınması, anlaşılması, değerlendirilip kullanılması için yeterli imkânlar olduğu gibi, bunun gerekli ve mümkün olduğunu hatırlatmalıyız. Bunun yolu da, daha önceki yazılarda vurgu yaptığım “yumuşak güç” kullanımından, özellikle kamu diplomasinin önemli bir parçasını oluşturan kültür diplomasisinden geçiyor.

Serinkanlı, sağduyulu ve akıllı hareketle kamu diplomasisi ve kültür diplomasisini tasarlamak ve sürekli güncellemek gerekiyor. Heyecanla atılan adımlar, verilen sözler hızla akıp giden konjonktür ırmağında eriyip gidiyor. Türkmen dağı, Bayırbucak, Kerkük veya herhangi diğer bir bölgenin adı basında birdenbire görülmeye başlıyor, tüketiliyor ve birkaç hafta sonra bir daha adı asla anılmamak üzere raftan indiriliyor.

Hal böyle olunca, hiçbir bölge gündemde kalıcı olamadığı gibi yapılan faaliyetler ve atılan adımlar uzun soluklu ve semereli olamıyor. Konjonktür bir rüzgar veya sel ise dış politikadaki “siyasa” (policy) dağın kendisidir. Yel uçar, dağ kalır…

Daha önceki yazılarda “yumuşak güç” ve diplomasi olarak vurgu yaptığımız bu araçlar günümüz devletlerararası ve halklararası (Halk ara) ilişkilerde anahtar değerde. Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu bölgeler öncelikli olarak Türk kültürü ile ya doğrudan ya da dolaylı yakından ilgililer. Bu bölgelerin bir kısmı zaten kendilerini doğrudan Türk kültürünün parçası olarak görmekte. Küçük adımlar, yüzyıla yakın kopan bağları, çekilen sun’i (yapay) sınırları ve önyargıları bir anda eritebiliyor. Basit TV dizilerinin bile umulanın ötesinde olumlu veya olumsuz etkileri görülüyor. Mesela son dönemlerde Çeçenistan ve Dağıstan’da konulan bebek isimleri arasında bölge için en ilginç olanı Ertuğrul adı… Daha güçlü, entelektüel ve kültürel içerikteki film ve belgesellerin komşularımıza iletilmesi halinde daha hızlı şekilde önyargıların kırıldığını, kalıcı işbirliklerinin kurulduğunu göreceğimiz ve karşılıklı menfaat kazanılacağı gayet açık.  

Kültürünüzün gücünü kullanmanız ve kendinizi dünyaya doğru tanıtmanız, askeri, ekonomik ve siyasi gücün dış politikanın klasik araçlarından daha etkili sonuçlar verebiliyor. Tarihi, dini, etnik, kültürel ve ticari bağların oluşturabileceği cazibe, askeri gücün çok ötesinde imkânlar sunuyor.

Kalıcı, makul ve tutarlı bir dış politika stratejisi mutlaka kamu diplomasisi ve kültür diplomasisini içermelidir. Yumuşak güç araçlarına gereken önem verilerek bu siyasanın içinde yer almalıdır. Aksi halde sizin hissettiğinizle ve idealle gerçek arasında derin bir uçurum oluşmuşken bunu anlayamayabilirsiniz. Neyi kastettiğimi yaşadığım birkaç örnekle anlatmak istiyorum:

1999 yılında Kazakistan’da Yesevi Üniversitesi’ndeyken, kadrodaki Mısırlı tek profesör, Kazak öğrencilere Mısır’ın kültür ve tarihi varlığı ile ilgili bir tanıtım sinevizyonu sunmuştu. O dönemde, genç bir akademisyen olarak benzer bir programı organize etmeye teşebbüs ettim.  Türkiye tarafından kurulan, her yıl on milyonlarca dolar destek olunan bir ve Türkiye’den tam 100 öğretim üyesinin olduğu bir Üniversitede Türkiye’yi tanıtacak bir CD, broşür vs. bulamamıştık. Diğer yandan yerleşik halkla temasa sıfıra yakındı. 50 km. uzaklıktaki bir ormana kamp yapmaya giderken bütün hazırlıkları yapıp da yanına kibrit almayı unutmak gibi bir başarısızlık bu…

Bu değerli yatırımla üzerimize düşen yaptığımızı zannederken, o dönemlerde öğretim üyelerinin kendi başlarına inisiyatif alarak yaptıkları faaliyetleri bir kenara bırakırsak, iki kardeş halkın birbirini tanıması için gereken fırsatları kaçırmış oluyorduk. Kazakları dinlediğimizde, Türkiye’den en son akıllarında kalan görüntülerin “Çalıkuşu” filmi ile Sovyet döneminden kalan ve Türkiye’yi kasıtlı olarak geri bir Ortadoğu ülkesi olarak tanıtan belgesel ve filmler üzerinden olduğunu görmüştük.

Bütün iyi niyetlere ve yüksek idealizme rağmen amatörlükler her yanda ayak bağı oluyor.

(Devam edeceğiz…)