Köyler arasındaki yolculuğumuz devam ediyor. Her köyde başka neşeli bir topluluk karşılıyor bizleri. Ama öyle üzerimize üzerimize gelmiyorlar. Sevgi dolu bir mesafe var aramızda. Bir medresenin önündeyiz. Küçük bir keçi sürüsü var önümüzde. Az ileride ise ağızlarını entarileri ile kapatan kadınlar. Burada da yetim ailelerine süt keçisi yardımı yapılacak. Her aileye üç süt keçisi verilecek. Yirmi aile tespit edilmiş. Keçiler her yerde olduğu gibi burada da inatçılar. Ama yetimlerin anneleri daha inatçı. Çünkü o keçilerin sütleri evlerine süt kadar aydınlık ve mutluluk getirecek. Üç keçinin birbirine bağlı olduğu ipi öyle bir çekiyorlar ki kollarında birer pehlivan kuvveti.

*FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYINIZ!

*YAZININ 1. BÖLÜMÜ İÇİN TIKLAYINIZ!

Bara; misket limonları, develeri ve kızıl kumlarla kaplı çölüyle meşhur. Araçların motor kısımları temizlendikten sonra Hartum yoluna düşüyoruz. Akşam olmak üzere. Ama yolda bizi bir sürpriz bekliyor. Bara’nın çıkışında bir mahalleye sapıyor araçlar. Gün içerisinde iki medrese ziyareti yapmış, o küçücük çocukların melek kokularını almış, küçük hediyelerine gülüşlerine dokunmuştuk ama bu sefer başka bir medreseye uğrayacaktık. Beş yüz erkek, iki yüz kız talebenin talim aldığı bölgenin en büyük medresesi… Bizi bir şeyh karşıladı. Yanında da Bara İlçe Müftüsü vardı. Hiç durmadan medrese bahçesine ilerledik. Sadece medrese iç avlusunun aydınlık olduğu yere vardığımızda dondum kaldım. Birbirlerine serçeler gibi sokulmuş yüzden fazla genç kız yarı karanlıkta sohbet vaziyetinde kumlar üzerine oturmuşlar, tek fısıltı çıkarmadan bizleri bekliyorlardı. Derin ve yaralayıcı, keskin hüznüyle gece üzerimize üzerimize gelirken, bu dünyaya ait değil gibi duran kızların utangaçlığı sarmıştı bahçeyi. Genç kızların utangaçlığı tüm bahçeyi sarmışken yanımızdaki şeyh anlatıyordu; yaklaşık iki yüz yıllık bir geleneği sürdüren aileden olduğunu. Medresenin iaşesini ya dostları ya hayır severler, eğer olmazsa kendi cebinden karşıladığını söylüyordu. Devletin 1 cüneyh dahi desteği yokmuş. Ancak, medrese epey harap olmuştu. İHH Hartum Koordinatörü Bilal Bey, medreseye elektrik temini yaptıklarını, ancak bunun da tüm medrese için değil de iki büyük avlu için olduğunu söylemişti. Duvarları yıpranmış, yatakları yıpranmış, ranzaların çürümüş olduğu yatakhanelere baktık. Aklıma Belh Kadın Hapishanesi koridorlarında yatan hükümlü kadınlar geldi. Burası dünyaydı ve kaçacak bir yer yoktu! Kaçamadım. İnsanın hayrının dokunmadığı yerde durması ne kadar acıdır, bir daha anladım o alacakaranlık medrese yatakhanesinde. Karanlık çökmüştü ve vakıftan arkadaşlarımız artık gitmemiz gerektiğini söylediğinde şeyh, eve uğramadan gidemeyeceğimizi söyledi. İlk kez bir Sudanlının evine girecektim. Hem de varlıklı bir Sudanlının… Şeyhin odasına girdiğimizde yerde ne halı ne de kilim vardı. Bölgenin çöl ortasında olduğu ve sıcaklığı düşünülünce haklıydılar. Mobilyalar, kitaplık, çeşit çeşit çayların ve çay makinasının olduğu masa, derken içeriden gönderilen tatlılar ve çörekler… Ve birden bire Abdullah Yusuf Azzam! Şeyh’in adı Abdülhamid idi. Şeyh Abdulhamid. Ve birden Afgan Cihadını konuşurken yakaladım kendimi. Şeyh Abdulhamid, Filistinli alim Abdullah Azzam’ın “Küresel Cihat” çağrısıyla Peşavere gitmiş ve yedi ay cihat etmişti. O dönem, Azzam’ın çağrısı dünya çapında yankı bulmuş. Cihada yaşına bakmadan nice alimler sembolik olarak da olsa katılmışlardı. Uzunca bir süre Şeyh’in ellerini bırakamadım. Afgan kardeşliği vardı artık aramızda. Aynı dağlara bakmış, aynı sulardan içmiştik. Kaç fincan kahvesini, kaç bardak çayını içtim bilmiyorum ama o odada mest oldum. Bir dostun yanında olmanın verdiği güvenle oturdum kaldım.

Gece, yol, yollarda askeri kontrol noktaları ve Nil’in kokusunu alarak girdik şehre.

Şehirde gergin bir bekleyiş vardı. Ama sıcağın da etkisiyle o gerginlik birden yumuşayacak gibi duruyordu. Darbenin yıldönümü öncesi Hartum’a göstericilerin geldiği ve 25 Kasım tarihini bekledikleri konuşuluyordu. Ömer el Beşir’in iktidarını bırakmasından sonra asker sürekli birbirine darbe yapıyor, sosyalist güçler ise bu darbelere karşı gösteriler tertip ediyordu. İhvan kökenli İslamcıların ise şimdilik sessiz olduğunu anlatıyordu görüştüğüm insanlar. Hartum, bünyesinde farklı görüşlerden insanların olduğu bir şehir. Geceleri açık olan mekanlar da az değil. Şehir genelinde geleneksel giyim tarzı benimsenmiş olsa da yeni tarzda giyinen insanlar, pahalı spor arabalar, Nil kıyısındaki bahçelerdeki eğlence mekanları derken; al sana yapay bir başkent, al sana modernlerin Sahra geceleri! Avrupai mekanlarda çalışanların çoğunluğu Etiyopya’dan gelen gençler. Zira, Etiyopya ekonomisi Sudan ekonomisinden daha kötü. Bu arada Türk girişimciler olduğunu, bunun azımsanmayacak kadar çok olduğunu da söylemeliyim. Yani, Hartum’a giderseniz mutlaka Türkiye’den bir aşina yüz, tanıdık bir ses duyabilirsiniz.

Yeniden sabah, yeniden sıcak, yeniden dünyanın unuttuğu bir başkentte yetim çocuklarla piknik için buluşuyoruz koskocaman bir çay bahçesinde. Üzerlerine bayramlık kıyafetlerini giyen çocuklar anneleriyle piknik alanına geliyorlar. Her tarafı bayraklar, balonlarla süslüyoruz. Hatta bir sahnemiz bile var. O sahnede çocuklara elbise, ayakkabı ve kırtasiye hediyeleri verilecek. Yer yer çamurlu çimenlerde çocuklarla futbol oynuyoruz. Kızlar ise daha sakin oyunları tercih ediyorlar. Nereden bulduk bilmiyorum ama bir halat geçiyor elimize. Birden halat çekme oyunu oynamaya başlıyoruz. Bir ara çocuklardan biri eline aldığı boyayla yüzümü boyamaya başlıyor. Yüzünü boyayan öğretmenleri taklit ediyor. Daha sonra ona yakın çocuğun yüzümü bileklerimi boyadığını hatırlıyorum. Gerisini anlatmayacağım. Çocukların doğaçlama o sahnede yöresel oyunlar sergilediklerini, ülkelerine has danslar yaptıklarını anlatmayacağım. Hatta, ayrılırken içimin acıdığını, o çocukların hibiskus çayı içtiğimiz o bahçeden gidişlerini anlatmayacağım. “Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız,” demeyeceğim ama yine de hüzünlü bir yaprak düştü hem gönlümüzden hem o bahçedeki yaşlı bir ağaçtan.