Adalet, herkese çalışmasına ve fıtratına uygun olanı vermektir temel olarak.

Bugün komünizmden ilhamını alan ve neredeyse bütün ölçüleri sarsan eşitlik kavramı, çalışmasa da fıtratına uygun olmasa da herkese, her şeyin eşit bir şekilde “pay” edilmesini talep etmektedir.

Bu paylaşım; çalışanın hevesini kıran, çalışmayanı şımartan, risk alan ile yatağında uzanıp -sapı da yukarı çevrilmiş- armudunu ağzına bekleyeni aynı kefeye koyan bir adaletsizlik üzerine kuruludur.

Özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Adalet yürüyüşü” olarak tanımladığı ve adalet kavramının ne denli plastikleştirildiğinin ispatı olan o malum süreç, her “adalet” çağrısının aynı şey olmadığını çok açık olarak göstermiştir.

“Adalet” çağrısının yönünü ve şeklini belirlemeyen ama sadece soyut bir çağrıyı ifade eden bu yaklaşımlara sorulacak tek bir soru bile, çağrının paralize olmasına yetecektir.

Bugün de hâlâ aynı çağrıya devam eden CHP efkâr-ı umûmiyesinin şu soruya vereceği açık cevap -tabii verebilirlerse- her şeyi netleştirecektir.

Peki, kimin adaleti?

Ve kimden alıp kime vereceğiz?  

Onların veremediği cevabın peşine biraz düşelim ve CHP’ye de tarihi bir hatırlatma yapalım.

Belki bundan sonra “adalet” kavramlarının içini doldurmalarına bir nebze de olsa katkı sunmuş oluruz.

Zira “adalet” uygulamalarının en mücehhez olanlarıyla bezeli bir Türk devletleri tarihi, İslam öncesi ve sonrası her dönemde dünyaya muhteşem örnekler sundu.

Orta Doğu devletler tarihini inceleyen Linda Darling, “adalet dairesi” kavramının Mezopotamya uygarlıklarındaki izlerini de incelemiş ve belirli sonuçlara ulaşmıştır.

Fakat “adalet” kavramını salt bir düşünce olmanın ötesine taşıyarak onu standarda bağlayan ve devlet yönetiminin kalbine oturtan Türkler olmuştur demek, abartılı olmayacaktır.

İslam inancının emrettiği “adalet” anlayışıyla da bu standardı pekiştirmeyi başarmış Selçuklu ve Osmanlı Devletleri, bu noktada çok dikkate şayandır.

Türk devletler tarihinde hakanlara, kağanlara, sultanlara, padişahlara yazılmış onlarca nasihatname, siyasetname vardır.

Bunların da en temel ortak yanları, adaleti devletin kalbine oturtmalarıdır.

Nitekim bu anlamdaki ilk siyasetname örneği olan Kutadgu-Bilig, bir hükümdarın en önemli hasletlerinin başına “adalet”i yerleştirir.

Daha sonra devlet yönetiminin ana merkezini oluşturan ilk “daire-i adalet” standardı da böylece Yusuf Has Hacip’in kaleminden çıkar.

Vezir Ögdülmiş, “Hükümdarlar adil, bilgili, akıllı, cömert, temiz ve iffetli olmalıdır.” derken de aynı membadan beslenir.

Selahaddin-i Eyyûbi dönemi mütefekkirlerinden Şeyzerî, “Necü’s-sülûk fi Siyâseti’l-mülük” adlı eserinde yine adaleti devlet yönetiminin zirvesine yerleştirir.

Selçuklu Devleti’nin incelikli ve nezaketli devlet anlayışının temelinde yatan şey de Nizâmülmülk gibi şahsiyetlerin “Siyasetname” gibi eserleri değil mi?

Lütfi Paşaların, Kınalızâde Ali Çelebilerin, Kâtip Çelebilerin, Koçibeylerin ve daha nicelerinin yazdığı nasihat ya da siyasetnamelerin temeli de yine “adalet” ya da “daire-i adalet” ilkesine dayanmıyor muydu?

En başta sesini ve kimliğini kaybetmiş ama “adalet” arayan CHP’ye, sonra ve elbette her devletlûye Kâtip Çelebi’nin nasihatiyle seslenelim: “Evvela halk, sultanlara ve beylere Allah’ın emanetidir. Yöneticisiz devlet olmaz, parasız yönetici olmaz, halksız para olmaz, adaletsiz halk olmaz.”

İşte daire-i adalet budur.

Uzaklarda arayacak, karmaşık yollara sapacak bir zahmete gerek de yoktur.

Zira bu milleti binlerce yıl ihya eden bu hakikat ne bir sır ne de bir sihirdir…