Nereden aklımıza geldi, bilmiyorum. Taksim'e gidelim dedik. Abdullah’ın fikridir yine. O sever böyle güzellikler yapmayı. Kar, yağmur, metrobüs, insan yağıyordu İstanbul’a. En çok da Taksim’e yağıyordu. Bir kilise, bir dergâh, bir sigara, bir kahve, bir karşılıklı çay içebileceğimiz mekân(...) derken maç öncesi holiganların yol boyu bağırışları. Bağırsınlar tabii. Biz bir Kazancakis, bir ayet, bir fakir kızın aşkı, bir köylü çocuğun şehre düşen hikâyesi(...) derken ev almak, işi yoluna sokmak, çocukların halleri derken Starbucks’ta sigara içilmediğini bir gecekondu kızının -belki de adı Nebahat’ti- dümdüz sesiyle öğrendik. İçtiğimiz yanımıza kâr kaldı. Bir de öğrenmedin gitti şu Latin yazısını, illa kaderin yazısını öğrenmeye zorluyoruz, sözleri.

Sonra tam da ıslanmak güzel, deyip başladığımız koyu konuşmanın tam ortasında ittim onu Katolik kilisesine. İsa üşüyordu. Ve ben Allah’ı, annemin Allah’ı ile ıncığına cıncığına kadar soran ya da hiçbir şeye karışmayan Allah arasında bir yerlerde aramaktan, 'Dünyayı size emanet ettik' sözlerinin tedirginliğiyle inanmaktan bahsettiğim sırada yaşı ilerlemiş bir kadının idrakten bahsede bahsede içeriye girdiğini gördüm. Görmez olaydım! İsa üşüyordu işte. Bir kamu kuruluşu gibi duruyordu ibadethanenin içi. Exupery adına üzüldüm doğrusu.

Her neyse, tam Şeyh Galip Dergâhı’na, Galata Mevlevihanesi’ne girecektik ki dergâh dağılmış; kapalıydı. Hah, dedim. Bu treni de kaçırdık. Biz de aksesuarcılardan saat beğendik, orijinal kazaklardan aldık(...) derken Zürafa Sokak’ın tam başındayız! Ziyaretimizle sevinecek insan vardır belki, dedim. Abdullah, kırık bir elmas gibi gözleriyle baktı bana... O yanlış anlamaz. Ne zaman erkek, ne zaman insan bakışı fırlatacağını bilir. Tam o sırada önümüzden ıslak gözlerini on beş yıldır giydiği paltosunun yeniyle silen Memur Hamit Ağabey elinde iki ekmekle ağır ağır geçti. Film ağır çekime geçmişti. “Tüh!” dedim. Bizden önce, pazar filesinde ne var ne yoksa Hamit Ağabey kızlara bırakmış nevaleleri. Kuru ekmeğe gözyaşlarını katık edip verecek yine çocuklarına...

Abdullah ile ben, tam Zürafa Sokak’ın girişinde öylece kalakaldık. Görenler, iki erkeğin o sokağa girip girmemekte tereddüt ettiğini, günahtan korktuğumuzu zannettiler. Oysa biz İsa Nebi kadar üşüyor, Meryem gibi yanıyorduk.

Bir semte değil, içimizin “taksim taksim” bölündüğü bir dünyaya gitmiştik. İçimiz uçsuz bucaksız bir çöldü; içinde bir kuyu olduğunu hayal ettiğimiz. Ve biliyorum ki bu çölden yine annemin şeksiz şüphesiz inandığı Allah’ı çekip çıkaracaktı beni, seni, onu... Kalabalıkların ve gürültünün ve çok tartışmaların ve bol soruların ve tok karnına aç kötülerken Allah’ı ve insanı unutanların bilmediği bir şeydi annemin Allah’ı ve Hamit Ağabey’in pazar filesindekileri hayat kadınlarına vermesi.

Çok fazla ışık var; aydınlığı köreltecek kadar fazla ışık! Sade olanı anlamak için durulmak, ışıkları söndürmek, iki dakika ninelerimizin Allah’ını ve Hamit Ağabeylerin muhteşem merhametini düşünmeliyiz belki de...