10 Mart’ta Suriye merkezi hükümeti ile SDG arasında imzalanan mutabakatın ne söylediği aslında çok açıktı. SDG, Şam’ın egemenliğini kabul edecek; Şam da SDG unsurlarını devlet yapısına kademeli biçimde entegre edecekti. Kâğıt üstündeki basit mesele, sahada karmakarışık bir hal aldı. Çünkü taraflar metni, aynı şekilde okumadı, hatta okumak bile istemedi. Şam için bu mutabakat, silahsızlanma ve teslimiyet; SDG içinse özerk yapının korunması ve resmiyet kazanması şeklinde yorumlandı. Yani biri devleti kurtarmaya, diğeri devleti paylaşmaya niyetlendi.

Verilen sürenin dolduğu bugünlerde açıklamalar peş peşe geliyor. Ama sahada değişen bir şey yok. Özellikle mutabakatın 4. Maddesi; yani sivil ve askerî kurumların, sınırların, havaalanlarının ve petrol sahalarının devlet kontrolüne geçmesi meselesi, SDG tarafından açıkça sabote ediliyor. Ayak diremek falan değil bu. Düpedüz meydan okuma!

Peki imzadan bugüne taraflar ne yaptı, Suriye’de neler değişti? Bu süreçte Şam yönetimi, devraldığı enkazı kaldırmaya çalışırken aynı zamanda tanınma ve dünyaya entegre olma çabalarını sürdürdü. SDG ise kazandığı zamanı gücünü tahkim etmek için kullandı; devrik rejimin sığınağı, azınlıkların umudu, İsrail’in vizesi hâline geldi. Yani bir şeyler oldu ama mutabakatın içeriğine dair hiçbir şey yapılmadı. Söz ile saha arasındaki mesafe bir milim dahi kısalmadı.

***

Türkiye bu tabloyu yakından izliyor. Çünkü bu entegrasyon meselesi, Terörsüz Türkiye sürecinin mihenk taşı. İmralı’dan net bir irade çıkmaması -çıksa bile SDG’nin buna kulak asmayacağının anlaşılması- hesapları altüst etti. Şimdi umut, iktidarı pamuk ipliğine bağlı Suriye hükümeti üzerinden SDG tehdidinin törpülenmesi.

Ama ya bu da olmazsa?
Ya entegrasyon gerçekleşmezse?
Türkiye SDG’ye operasyon yapar mı?
Yaparsa içeride yürüyen süreç ne olur?

İlk sorular muğlak. Ama son sorunun cevabı net: Masa dağılır

Burada durup düşünmek zorundayız. Terörsüz Türkiye süreci; içeride Türkiye’yi oyalayan, dışarıda ise SDG’ye alan açan bir vitrine dönüşemez. Bu süreçte; “DEM’i ürkütmeyelim” hassasiyetiyle Suriye’nin kuzeyinde fiilî bir özerkliğin kalıcılaşmasına göz yumulamaz. “PKK bitti, SDG Suriye’nin meselesi” kolaycılığına kaçılamaz.

İtidalli olacağız ama kararsız olmayacağız. Çünkü dün SDG’ye operasyonu tartışırken, yarın Şam’dan “Türk askerleri ülkemizden çekilsin” cümlesini duyabiliriz. Dün Kudüs’e yürüme hayali kurarken, yarın Akçakale’de balkona çıktığımızda karşımızda İsrail bayrağı görebiliriz. Yaşananları, yaşanacakları hafife almayalım. Yarının faturası, bugünün bedelini mumla aratır.

Dönelim mutabakata…

***

SDG’nin Şam’a entegre olup olmayacağı tartışılırken, Mazlum Abdi sahnede devlet başkanı edasıyla dolaşıyor. Azınlık haklarından orduya, anayasa yazımından yönetim modeline kadar her konuda konuşuyor. Ahmed eş-Şara’nın alanına giriyor, rol çalıyor, devletmiş gibi davranıyor. Biz Şam “Fırat’ın doğusuna girecek mi?” diye beklerken, SDG Halep’te, devletin gözünün içine baka baka kan döküyor.

Soruyorum sizlere; Böyle devlet mi olur?

Sınır Suriye’nin, güvenliği SDG’nin.
Petrol Suriye’nin, kazancı SDG’nin.

Ordu Suriye’nin, askeri SDG’nin.
Vergi Suriye’nin, kasası SDG’nin.

Yol Suriye’nin, yordamı SDG’nin

Barajlar, kamu idareleri, toprak, halk Suriye’nin ama kontrolü SDG’nin.

Lafı uzatmaya gerek yok!

Ahmed eş-Şara’nın önünde iki seçenek var:
Ya “Mazlum’u getirin bana” diyecek,
Ya da “Şam Babası” gibi ortada dolaşmaya devam edecek.

Nokta.