Fi tarihinde, doğu illerinden birinden göç ederek İstanbul’daki Rum tercümanların boşalttığı Draman’a yerleşen genç adam, Haliç’e tepeden bakan pencereyi gıcırtıyla açtı. Yılların yorgunluğunu taşıyan demirin pası parmaklarına bulaştı. Balat’taki Kanlı Kilise’den yükselen baca dumanı genzini yakarken, yeni kalkan sis hâlâ bakış mesafesini kısaltıyordu.

Zihnindeki bitap düşüncelerle sessizlik içinde konuşan adam, başını sol tarafa çevirince Eyüp ve Sütlüce’ye, sağ yana bakınca Kasımpaşa’ya ve karşıdaki Hasköy’e göz gezdirdi. Kasımpaşa sırtlarından Haliç Tersanesi’ne doğru uzanan bir merdiven gibi görünüyordu evlerin çatıları… Hasköy’ün kıyılarındaki kar kaplı evlerin saçaklarından sarkan buzlar, ayağını Haliç’e sokan bir kadını andırıyordu adeta. Doğu’daki imkânsızlıklardan kaçarken, makûs talihini ‘umut’ olarak gördüğü Batı’da da değiştiremediğini düşündü o an.

Göç, bir yeri geride bırakıp başka yere yerleşmek için yollara düşmekten çok daha fazlasıydı. Geride bırakılan sadece bir toprak parçası değil; kültür, aidiyet ve alışkanlıklardı da… Hayatı ve düşünce yapısı yüzde yüz değişmişti; tek değişmeyen Doğu’daki insanların üzerine sinen yoksulluk ve onun getirdiği zayıflıktı. Anne evinin okşayıcı sıcaklığını yeniden hatırladı, Haliç’ten yüzüne vururken üşüten soğuk…

*

Fakirlik, çaresizlikte çare aramak demekti. Kimseye söz edemezdin. Yoksulluk bir kusur değildi belki, ama onur kırıcı bir yanı da vardı elbette. Toplumların yoksul insanlara saygısı yoktur zira. “Zenginin esprisi komiktir.”

Kur’an-ı Kerim’in “Bilmez misiniz, mallarınızda fakir için hak vardır” hükmünü hatırlayan yoktu.

Başını evin içine döndürüp göz gezdirdi adam, “Ne satabilirim” diye.

Çemberlitaş’ta bir ‘konsinye’ dükkânından ‘ikinci el’ olarak satın aldığı ve yıllardır kafasını eğip, iki parmakla sayısız hikâye yazdığı “Royal” daktilosuna takıldı gözü. Tek para edecek şey oydu, küçük evde.

Pencere kenarında hasta oğlunu tedavi ettirecek parayı denkleştirmek için çare ararken; “Süt bitti” diye umursamaz bir ses duydu salondan.

Süt şişelerinin ‘depozito parası’ ile ekmek alan adam, hem süt alabilmek hem de hasta çocuğunu doktora götürmek için daktilosunu kucaklayıp çıktı, Suriçi’nin yokuşlarında, sisler arasında kayboldu.

*

‘Annenin kaderi kızınadır’ derler; ama baba ile oğul arasındaki ilişkiyi bilmezler. Babanın kaderi de oğuladır. Aradan geçen yıllar sonunda, değişen hayat şartlarına rağmen hayat devir daim olurken; oğlu da babasının çektiği yoksulluk ile boğuşuyor, ancak ne ‘depozito parası’ ile ekmek alacak bir süt şişesi ne de satacak daktilo bulamıyordu, zaten sütler artık kartonlarda satılıyor.

*

Uçurum kenarında gözü bağlı yürüyoruz hepimiz, “yaşamak” diyorlar. Hayat bir şekilde kendi başına yaşanıp gidiyor işte, etrafındaki herkes ise ondan habersiz!