Annesi çocuğa bağırıyor

-Oğlum bak kargalar geldi

-Anne ama bu kargalar beyaz

Adam gülümseyerek söyleniyor her kuşa karga diyorsunuz lan… bunlar martı, martı

Türkiye hızla şehirleşiyor. Halkın neredeyse yüzde 70’i artık şehirlerde yaşıyor. Bunun beraberinde getirdiği sorunlar ise sadece ekonomi ya da güvenlik açısından tartışılıyor. Bu sorunların varlığını da elbette inkar edemeyiz. Ancak; bu hareketliliğin konuşmadığımız bir yönü var. Bu insanların şehre geliş nedenleri sadece ekonomik değildir. Sadece iş imkanları değildir. İletişim araçlarının gelişmesi de bunda etkendir. Yeni kuşak, şehrin sağladığı diğer imkanlara talip. İyi yaşamak, yaşantılarına katkı sağlayacak parametreleri çeşitlendirmek istiyorlar.

Bu durum siyasi yapımızdan, sosyal dokumuza kadar birçok şeyi etkiler. En azından şehirde yaşayan insanların talepleriyle, köyde yaşayan insanların siyasetten beklentisi çok farklıdır. Bu bahsettiğim konu olmuş bitmiş bir olaydan çok hala tüm hızıyla devam eden bir süreçtir.

Bu insanların varoş ya da getto denilen yapılar içinde yaşayıp aynı zamanda şehre uyum göstermeleri istenmektedir. Bu sorunlarla ilgilenen yetkililer sosyolojik açıdan rehabilite edilmeleri gerektiğini düşünüyorlar. Yani başka bir deyişle şehir onlara uyamaz, onlar şehre uysun istiyorlar. Düz mantıkla bakıldığında haklı oldukları söylenebilir.

Doğuya defalarca gittim. Oranın insanının beni en etkileyen yönü lokmasını, suyunu seninle paylaşmak istemesidir. Konuk onlar için tanrı misafiridir. Evini ve tüm imkanlarını sunar. Bunun tersi davranışı ayıp olarak görür. Bunun arkasında yatan medeni kodlar ise İslamiyet’ten gelmektedir.

Aynı insanı şehrin varoşlarına getiriyorsunuz. Kendi yaşantısıyla şehrin insanının bencil umursamaz yaşantısını kıyaslıyor. Ötelenmenin, kendisini merkeze yerleştirememenin hırsıyla değişmeye başlıyor. İmanına, geleneğine, töresine sımsıkı sarılı olan insanların çocukları, bakıyorsunuz karşınıza bağımlı, çete, hırsız yankesici vs. olarak çıkıyor. Buradan şu önermeyi çıkarabiliriz: Her kültür kendi içinde tutarlıdır. Bu tutarsızlık ise buradaki gençleri birilerinin arka bahçesine taşıyarak geleceğimizin dengeleriyle de oynamaktadır.

Bu konuyla ilgili çok yönlü tek tartışma ya da projeyi dillendiren Başbakanımız Ahmet Davutoğlu oldu. Yakınında her türlü iletişim, ulaşım ve teknolojik imkanları barındıran, şehirle kırsal arasında sağlık, eğitim gibi alanlarda fırsat eşitliğini göz önünde bulunduran yeni kentsel yapılar kurmaktan bahsediyordu. İnsan ve çevre ilişkisini doğal sınırlarına çekmek gerektiğini savunuyordu. Yatay yapılanmış, her evin bir dönüm bahçeye sahip olduğu, yeni kentler inşa etmekten bahsediyordu. Bu aynı zamanda kadim şehirlerimizin de betonlaşarak kaybolmasına bir çözüm getiriyordu. İlgiyle konferanslarını, basına yansıyan konuşmalarını takip ediyordum. Ancak Türkiye’nin gündemi buna müsaade etmedi ya da ettirmediler.

***

Buna benzer fikirleri genelde Batı’da “sol” üretiyor. Ama maalesef ülkemizde kendini solcu sanan aşırı sağcıların çokluğu, dünya solundan bizimkileri ayrıştırıyor (Örneğin Mavi Marmara aktivistlerinin içinde ciddi sayıda dünya solunu temsil eden insan olması, bizimkilerin iktidara halkı kışkırtarak İsrail’den yana durması.) Bizimkiler bataklıktan, kötülükten beslenmeyi seviyorlar. Kendileri bir şey üretmedikleri için siyasi söylem ve eylemleri hep “öteki” üzerine kuruluyor. Onun için ne kadar ötekileştirilmiş insan varsa bunu kaynak olarak görüyorlar. Tek yaptıkları yapılanlara karşı çıkmak olan bu insanlar her türlü faşizm çığırtkanlığında kol kola girebiliyorlar. “Halk” kavramını diline dolamış ama kendi halkında karşılığı olmayan, hatta kendi halkını aşağılayan bir yapının muhatabı olmak bile bizim onurumuza dokunuyor.

Keşke onlar da kendi iddialarına dönebilseler. Hiçbir şey yapmasalar bile şu soruyu kendilerine sorsalar: Biz ne yapıyoruz ki küresel sermayenin Türkiye taşeronu olan bütün holdingler ve basını bizi destekliyor? Saray diye halka cumhurbaşkanlığı binasını gösterip, gerçek kanlı sarayları gündem dışı bırakmak kelimenin tam anlamıyla “mayın eşekliğidir.” Bunu sorgulamak işlerine gelmiyor. Asıl saraylardan beslenen kendileri gibi bir cevapla karşı karşıya gelmekten korkuyorlar.

Küresel efendilerin gözünde halklar farelere benzer. Onların kitabında insanlık onuru diye bir kavram yoktur. Yalnızca kendilerinden arta kalan dışkıları kalan insanlığa sunarlar. Her insan sadece tükettiği kadar vardır. İyi tüketici olmayanlar yok edilmelidir. Ne oldukları kimsenin umurunda değildir. Sadece görünür olmasın, lağımlarda, şehrin altında yaşasınlar ister. Bir de kobay olarak kendi sağlıkları için onlar üzerinde deney yapılabilsin ister.

Ben dünyada herkes benim gibi düşünsün diyen bir insan değilim. Sol literatürü takip eden bir insanım. Burada bahsettiğim kuşa da, deveye de benzemeyen kendine yabancı Türkiye’deki soldur. (Faşist) Türk solu bu anlamda masaldaki “fareli köyün kavalcısı” rolünü üstlenmektedir. Peşine takılan insanları ya da onların deyimiyle halkları, küresel efendilerin laboratuvarlarına, kanalizasyonlarına taşımaktadır. Mazlum coğrafyalardan gelen halk çığlıklarına sağırdırlar. Sloganları Alman ve İngiliz manşetleriyle paraleldir. Tam tersine dünyaya bakışları diktatörlerden yanadır.

Yüzyıllarca birlikte yaşadığı sömürülen halklara iğrenerek bakarken o halkların başındaki İngiliz uşağı diktatörlerin şakşakçılığını yapmaktan çekinmezler. Çünkü kendi insanının menfaati ve yaşam standartlarının iyileştirilmesine bile çoğu zaman karşı çıkmakta bütün eylem ve söylemleri küresel efendilerin çanağına su taşımaktadır. Allah’tan halkta fazla karşılıkları yok, “ezan sesini dinleyenler kaval sesine çok aldırış etmiyor.”

***

Pazar günü seçime gidiyoruz. Ülkemiz ve tüm insanlık adına hayırlı uğurlu olur inşallah.

Son sözüm ise; hadi herkes layığını seçsin.