“Niçin Türkiye’de Avatar gibi bir film çekilmiyor?” sorusuna önceleri, “Paramız yok” diye cevap veriliyordu. Sonra “para olunca” da bu sefer “Ama gişeden gelecek azami miktar belli” dendi. “-E, buyurun yurtdışına… -Yok, bizim hikayelerimiz bize güzel geliyor, başkasına hitap etmeme ihtimali çok yüksek.” Öyle mi?

***

Bir zamanlar yerli bir filmin gişe başarısından söz ederken, “Seyirci sayısı 1 milyonu aştı yahu, daha ne olsun?” derdik. Sonra sonra bu sınır 2 milyona ulaştı, derken 3 milyonları görmeye başladık.

3 milyona gelindiğinde bu seyirci sayısının “doygunluk noktası” olduğunu söyleyenler çıkmıştı. 3 milyonu geçen ilk filmimiz -yanılmıyorsam- 2000 yapımı Vizontele’ydi ve “Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz faktörüyle bu sınırın aşıldığı” iddia edilmişti. Çok geçmeden, 2003’te GORA 4 milyonu da gördü.

“GİŞE SINIRI”NIN ÖNEMİ

“Bu ‘gişe sınırı’ niçin önemli?” Şunun için: “Türkiye’de neden bir Avatar çekilmiyor?” dendiğinde, yapımcılar kendilerini şöyle savunuyordu: “Biz de Avatar çekebiliriz ama Türkiye’deki seyirci sayısı belli. Ağzımızla kuş tutsak, yapacağımız masrafı çıkaracak bir gişeye ulaşmamız mümkün değil. Baştan zarar edeceğimizi bile bile niye böyle bir işe soyunalım?” En gözü kara yapımcı bile böyle diyordu.

Aradan yıllar geçti. Bugün gişede 7 milyonu bulmuş filmlerimiz var. Fakat 3 milyondan 7 milyona varana kadar herhangi bir Avatar görmediğimiz gibi, bir gün 17 milyonu bulsak da görüp göremeyeceğimiz şüpheli.

“DOĞRU DÜZGÜN” ANLATMAK

Avatar öyle ahım şahım bir film değil. Evet, yüksek teknolojili, cömert bir prodüksiyon, fakat hikaye bakımından klasik Amerikan sinemasının adetlerinden fazlasını vermeyen, standartlardan ayrılmamış, sadece “iyi” bir film, “ahım şahım” değil (Sözgelimi Matrix’le Avatar’ı yanyana koyduğumuzda iyice belirginleşen hikaye farkından bahsediyorum.)

Fakat tam da bu yüzden hususen Avatar’ı örnek gösteriyorum. “Bir gün gişede 17 milyonu bulsak da bir Avatar görüp göremeyeceğimiz şüpheli” derken tam da bunu kastediyorum. Çünkü bizde bugüne kadar “yüksek prodüksiyonlu işler” hep kendilerini “bu iş yüksek prodüksiyonlu” diye takdim ettiler; hiçbirinin reklamında “hikayemiz şöyle iddialı” diye bir şey duymadık. “İddialı” şöyle dursun, mesela Avatar’daki gibi, eli yüzü düzgün, standartları karşılayan, doğru yapılmış, basit hikayeler bile değillerdi.

YURTDIŞINDA GİŞE İHTİMALİ

“Bu standartlar sağlansa ne olur?” Çok basit: Filmin gişesi sadece Türkiye’yle sınırlı kalmaz, yurtdışına çıkma ihtimali de belirir. Bu ihtimalde, filme yapılacak masraf da karşılanmış olur. “Basit de bu kadar mı basit?” Evet, gerçekten bu kadar basit.

Bu sefer de mevzubahis yapımcılar ve onların yönetmenleri şöyle bir itirazda bulunuyorlar: “İyi de biz tutup Amerikalılar gibi mi hikaye anlatalım? Öyle yapsak da ‘Hiç kendi hikayelerimizi anlatmıyorlar’ diye kızarsınız.”

Kızarız, doğru. Fakat “kendi hikayelerimizi anlatmadığınız”a kızdığımızdan katbekat fazlasını bugün “kendi hikayelerimizi doğru düzgün anlatmadığınız”a kızıyoruz.

YA YOZGAT’TAYIZ YA DA AMSTERDAM’DA!

Bir grup, “Bizim Yozgat’ta komik bulup anlattığımız bir şey Amsterdam’da komik olmayabilir” diye vazgeçiyor. Öteki grup mesela eşcinsellik gibi saçma sapan, zoraki temalarla güya “evrenselliği” yakalamaya çalışıyor.

İkincisi zaten temelden yanlış bir bina girişimi; geçtim. Fakat ilki için şunu diyebilirim: Sözgelimi beğendiğim bir Güney Kore filminde beni etkileyen, kendi Yozgat’larında yapılan ve onların çok güldüğü bir şaka olmuyor çoğu zaman. Mesela bir babanın çektiği evlat acısını çok iyi anlatmış oluyorlar, onu beğeniyorum. Bir Alman yapımı filme “Kendi yerel dansları var mı? Varsa bunu beğenirim/bundan sıkılırım” diye bakmıyorum, mesela filme konu intikam hissini düzgünce tanımlamış mı, ona bakıyorum. Ya da bir İran filminde dümen çeviren bir karakterin düştüğü komik durumlar hoşuma gidiyor… Elbette ki birtakım yerel unsurlar da ilgimi çekiyor, kimisi çok heyecan verici oluyor, ama esas ilgilendiklerim, bu saydığım türden şeyler.

Velhasıl, Yozgat’taki bir şakanın Amsterdam’da anlaşılıp anlaşılmaması önemli değil, gerçekten önemli değil; tatlı bir aşk hikayesi anlatabiliyor musunuz, iddialı bir baba-oğul hikayeniz var mı, ihanetiniz, intikamınız, sadakatiniz, fedakarlığınız; mizahınız, ironiniz ne kadar sahici… ve tüm bunları “doğru düzgün” anlatabildiniz mi; özü bu.

MESELE HİÇBİR ZAMAN PARA DEĞİLDİ

Toparlayacak olursak: “Niçin Türkiye’de Avatar gibi bir film çekilmiyor?” sorusuna önceleri, “Paramız yok” diye cevap veriliyordu. Sonra “para olunca” da bu sefer “Ama gişeden gelecek azami miktar belli” dendi. “-E, buyurun yurtdışına… -Yok, bizim hikayelerimiz bize güzel geliyor, başkasına hitap etmeme ihtimali çok yüksek.”

Görüleceği üzere, mesele gişe, yani para olmadı hiçbir zaman. Dünün yapımcılarının/yönetmenlerinin problemi neyse, bugünkülerinki de o: “İyi hikayeye ne gerek var? Zaten mevcut hikayelerle günümüzü gün edebiliyoruz.”

“Niçin Türkiye’de Avatar gibi bir film çekilmiyor?” sorusuna önceleri, “Paramız yok” diye cevap veriliyordu. Sonra “para olunca” da bu sefer “Ama gişeden gelecek azami miktar belli” dendi. “-E, buyurun yurtdışına… -Yok, bizim hikayelerimiz bize güzel geliyor, başkasına hitap etmeme ihtimali çok yüksek.” Öyle mi?

***

Bir zamanlar yerli bir filmin gişe başarısından söz ederken, “Seyirci sayısı 1 milyonu aştı yahu, daha ne olsun?” derdik. Sonra sonra bu sınır 2 milyona ulaştı, derken 3 milyonları görmeye başladık.

3 milyona gelindiğinde bu seyirci sayısının “doygunluk noktası” olduğunu söyleyenler çıkmıştı. 3 milyonu geçen ilk filmimiz -yanılmıyorsam- 2000 yapımı Vizontele’ydi ve “Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz faktörüyle bu sınırın aşıldığı” iddia edilmişti. Çok geçmeden, 2003’te GORA 4 milyonu da gördü.

“GİŞE SINIRI”NIN ÖNEMİ

“Bu ‘gişe sınırı’ niçin önemli?” Şunun için: “Türkiye’de neden bir Avatar çekilmiyor?” dendiğinde, yapımcılar kendilerini şöyle savunuyordu: “Biz de Avatar çekebiliriz ama Türkiye’deki seyirci sayısı belli. Ağzımızla kuş tutsak, yapacağımız masrafı çıkaracak bir gişeye ulaşmamız mümkün değil. Baştan zarar edeceğimizi bile bile niye böyle bir işe soyunalım?” En gözü kara yapımcı bile böyle diyordu.

Aradan yıllar geçti. Bugün gişede 7 milyonu bulmuş filmlerimiz var. Fakat 3 milyondan 7 milyona varana kadar herhangi bir Avatar görmediğimiz gibi, bir gün 17 milyonu bulsak da görüp göremeyeceğimiz şüpheli.

“DOĞRU DÜZGÜN” ANLATMAK

Avatar öyle ahım şahım bir film değil. Evet, yüksek teknolojili, cömert bir prodüksiyon, fakat hikaye bakımından klasik Amerikan sinemasının adetlerinden fazlasını vermeyen, standartlardan ayrılmamış, sadece “iyi” bir film, “ahım şahım” değil (Sözgelimi Matrix’le Avatar’ı yanyana koyduğumuzda iyice belirginleşen hikaye farkından bahsediyorum.)

Fakat tam da bu yüzden hususen Avatar’ı örnek gösteriyorum. “Bir gün gişede 17 milyonu bulsak da bir Avatar görüp göremeyeceğimiz şüpheli” derken tam da bunu kastediyorum. Çünkü bizde bugüne kadar “yüksek prodüksiyonlu işler” hep kendilerini “bu iş yüksek prodüksiyonlu” diye takdim ettiler; hiçbirinin reklamında “hikayemiz şöyle iddialı” diye bir şey duymadık. “İddialı” şöyle dursun, mesela Avatar’daki gibi, eli yüzü düzgün, standartları karşılayan, doğru yapılmış, basit hikayeler bile değillerdi.

YURTDIŞINDA GİŞE İHTİMALİ

“Bu standartlar sağlansa ne olur?” Çok basit: Filmin gişesi sadece Türkiye’yle sınırlı kalmaz, yurtdışına çıkma ihtimali de belirir. Bu ihtimalde, filme yapılacak masraf da karşılanmış olur. “Basit de bu kadar mı basit?” Evet, gerçekten bu kadar basit.

Bu sefer de mevzubahis yapımcılar ve onların yönetmenleri şöyle bir itirazda bulunuyorlar: “İyi de biz tutup Amerikalılar gibi mi hikaye anlatalım? Öyle yapsak da ‘Hiç kendi hikayelerimizi anlatmıyorlar’ diye kızarsınız.”

Kızarız, doğru. Fakat “kendi hikayelerimizi anlatmadığınız”a kızdığımızdan katbekat fazlasını bugün “kendi hikayelerimizi doğru düzgün anlatmadığınız”a kızıyoruz.

YA YOZGAT’TAYIZ YA DA AMSTERDAM’DA!

Bir grup, “Bizim Yozgat’ta komik bulup anlattığımız bir şey Amsterdam’da komik olmayabilir” diye vazgeçiyor. Öteki grup mesela eşcinsellik gibi saçma sapan, zoraki temalarla güya “evrenselliği” yakalamaya çalışıyor.

İkincisi zaten temelden yanlış bir bina girişimi; geçtim. Fakat ilki için şunu diyebilirim: Sözgelimi beğendiğim bir Güney Kore filminde beni etkileyen, kendi Yozgat’larında yapılan ve onların çok güldüğü bir şaka olmuyor çoğu zaman. Mesela bir babanın çektiği evlat acısını çok iyi anlatmış oluyorlar, onu beğeniyorum. Bir Alman yapımı filme “Kendi yerel dansları var mı? Varsa bunu beğenirim/bundan sıkılırım” diye bakmıyorum, mesela filme konu intikam hissini düzgünce tanımlamış mı, ona bakıyorum. Ya da bir İran filminde dümen çeviren bir karakterin düştüğü komik durumlar hoşuma gidiyor… Elbette ki birtakım yerel unsurlar da ilgimi çekiyor, kimisi çok heyecan verici oluyor, ama esas ilgilendiklerim, bu saydığım türden şeyler.

Velhasıl, Yozgat’taki bir şakanın Amsterdam’da anlaşılıp anlaşılmaması önemli değil, gerçekten önemli değil; tatlı bir aşk hikayesi anlatabiliyor musunuz, iddialı bir baba-oğul hikayeniz var mı, ihanetiniz, intikamınız, sadakatiniz, fedakarlığınız; mizahınız, ironiniz ne kadar sahici… ve tüm bunları “doğru düzgün” anlatabildiniz mi; özü bu.

MESELE HİÇBİR ZAMAN PARA DEĞİLDİ

Toparlayacak olursak: “Niçin Türkiye’de Avatar gibi bir film çekilmiyor?” sorusuna önceleri, “Paramız yok” diye cevap veriliyordu. Sonra “para olunca” da bu sefer “Ama gişeden gelecek azami miktar belli” dendi. “-E, buyurun yurtdışına… -Yok, bizim hikayelerimiz bize güzel geliyor, başkasına hitap etmeme ihtimali çok yüksek.”

Görüleceği üzere, mesele gişe, yani para olmadı hiçbir zaman. Dünün yapımcılarının/yönetmenlerinin problemi neyse, bugünkülerinki de o: “İyi hikayeye ne gerek var? Zaten mevcut hikayelerle günümüzü gün edebiliyoruz.”