ZÜPPELİĞİ İDEOLOJİ DİYE PAZARLIYORLAR

Enver Aysever bir YouTube yayınında aynen şöyle diyor:
“Sağcılık suçtur, sağcı olduğunuz zaman ahlaksız olursunuz. Bir vicdanlı insan gördüğünüz zaman dindar bile olsa o solcudur. Solcu olmak insan olmanın birincil koşuludur.”

Bu cümle bir fikir değil; zihinsel erozyonun canlı yayındaki kaydıdır.
Ahlâkı ideolojiye bağlayan, insanı siyasi etiketlerle tartmaya kalkışan, toplumu kendi kafasındaki kategorilere sıkıştıran bir entelektüel kibir patlamasıdır. Tartışma açmıyor, fikir üretmiyor, okura bir ufuk sunmuyor; sadece kendi kendine ilan ettiği bir üstünlük masalını tekrarlıyor.

Dahası bu sözler, kalabalığın alkışından şişen bir egonun ürünü değil. Tam tersine, kendi YouTube kanalında kendi kendine konuşurken bile topluma tepeden bakan bir tahakküm dili kuruyor. Etrafında onu onaylayan bir izleyici bile yok; buna rağmen milyonları “ahlâksız”, “suçlu”, “yarım insan” kategorisine atacak kadar pervasızca hüküm veriyor. Bu, bir entelektüel tartışma değil; tek kişilik bir ideolojik mahkemenin toplum adına verdiği hükümdür.

Aysever’in bu sözlerle hedef aldığı insanlar —muhafazakârlar, sağcılar, milliyetçiler, dindarlar, esnaf, çiftçi, işçi, memur— Türkiye’nin vicdanının, yükünün, emeğinin asıl taşıyıcılarıdır. Hepsini tek cümlede “ahlâksız” ilan etmek; ancak ideolojik mevzisini kaybedenlerin sarıldığı üstten bakma refleksinin en çirkin hâlidir. Bir yayıncının, tek başına oturduğu stüdyoda toplumu kategorilere ayırıp, “İnsanlık bendedir, dışarıdakiler eksiktir” demesi; fikri üstünlük değil, fikri çaresizliktir.

Tarih, hiçbir ideolojinin saf bir ahlâk pınarı olmadığını defalarca gösterdi. Solun bir yüzünde adalet arayışı varsa, diğer yüzünde Gulag’lar, kültür devrimi, tasfiyeler, kıtlıklar ve milyonlarca masumun kanı vardır. Sağ tarihinin de iyisi-kötüsü, iyilikle zulmün iç içe geçtiği örnekleri mevcuttur. Ama hiçbir sağcı da hiçbir solcu da, kameranın karşısına geçip, “Benim ideolojim insanlığın tek koşulu, gerisi çöp” deme seviyesine alçalmamıştır.

Aysever’in sözlerinde esas felaket, bir siyasi görüşü savunmasından çok, insanlığın tekelini ele geçirme iddiasıdır. “Sağcı ahlâksızdır, vicdanlı olan solcudur” cümlesi, klasik otoriter doktrinlerin açılış cümlesidir. Farklı düşünen herkesi insanlıktan düşüren bu bakış, demokratik çoğulculuğun değil, tek tip insan projesinin dilidir. Bugün sağcıyı “suçlu” ilan eden zihniyet, yarın dindarı, milliyetçiyi, muhafazakârı, hatta kendi mahallesini “yeterince solcu değil” diye hedef alabilir.
Bu, fikir değil; ahlâkî bir çürümedir.

İşin çarpıcı yanı şu: Aysever bu sözleri, bir kalabalığın tansiyonuna kapılarak söylemiyor. Destek alkışı yok, salondan yükselen bir tezahürat yok, kışkırtılmış bir kalabalığın gazı yok. Tek bir kamera, bir masa, bir sandalye… Ve buna rağmen, Türkiye’nin yarısına hüküm dağıtan bir ideolojik savcı gibi davranıyor. Bu da bize gösteriyor ki sorun toplumsal değil; sorun, bizzat o masanın başındaki zihniyetin kendisidir.

Gelin gerçeği söyleyelim:
Bu söz yerin dibini bile hak etmiyor; çünkü yerin dibinde bile bu kadar boş kibir barınamaz.
Ortada fikir yok, analiz yok, teori yok.
Ortada sadece, ideolojik kabileciliğin yüz yıllık tortusundan yapılmış bir ahlâk satıcılığı var.

İnsanlık, hiçbir ideolojinin memuru değildir.
Vicdan, sol etiketine bakarak ortaya çıkmaz; sağ etiketine bakarak kaybolmaz.
Ahlâk; insanın fıtratında, hayat pratiğinde, adalet duygusunda ve sorumluluğunda doğar.

Aysever’in tarif ettiği insanlık buysa, evet:
Türkiye o insanlıktan toplu şekilde istifa edecek kadar onurludur.

Gerçek insanlık ise, kameranın karşısında topluma “siz eksiksiniz” diyen bir züppeliğin değil; farklı düşünse bile birbirini ahlâksız ilan etmeyen milyonların sessiz vakarındadır.
//////////

TRUMP’IN İTİRAFI BİR GERÇEĞİ HAYKIRIYOR

NATO DA, WASHINGTON DA TÜRKİYE’NİN AĞIRLIĞINA MAHKÛM

Donald Trump’ın son açıklamaları bir diplomatik gaf değil, küresel düzenin Türkiye karşısındaki acziyetinin yüksek sesli itirafıdır. “Erdoğan’la başa çıkamıyorlar, beni arıyorlar” cümlesi, NATO’nun artık Ankara’yı hizaya çekemeyen bir güçler topluluğuna dönüştüğünün belgesidir. Yıllardır Türkiye’yi “problemli müttefik” diye yaftalayanların bugün kriz anında Washington’ın kapısına dayanıp “Erdoğan’ı sen ara” diye yalvarması, meselenin kişisel değil tarihsel bir güç kayması olduğunu gösteriyor: Türkiye artık masayı kuran ülkedir.

Trump’ın “Bazı kişileri serbest bırakmasını istedim, Erdoğan da yaptı” sözleri ise ABD iç siyasetinin şovcu dilinden başka bir şey değildir. Türkiye, mahkemelerini Beyaz Saray’ın telefon trafiğine göre yönetecek bir muz cumhuriyeti değildir. Bu millet 15 Temmuz gecesi tankın üzerine çıkmış bir iradenin sahibidir; bu ülkenin devlet aklı Atlantik’in karşı kıyısından gelen fısıltılarla yön değiştirecek çapta değildir. ABD, Türkiye’ye söz geçiremediği dönemleri örtmek için siyasi anekdot uydurabilir, fakat gerçek değişmez: Hiçbir küresel aktör artık Ankara’ya parmak sallayamamaktadır.

NATO’nun durumu daha da vahimdir. Savunma yükümlülüklerinde sınıfta kalan, terör örgütlerine dolaylı koruma sağlayan, müttefiklik hukukunu defalarca ihlal eden bir yapı hâline geldi. Ama sıra Türkiye’nin kendi güvenliğini savunmasına gelince aynı NATO birden “uyumsuz ülke” ezberiyle ortaya çıkıyor. Bugün Karadeniz’de, Doğu Akdeniz’de, Orta Doğu’da Türkiye’siz bir denge kurulamıyorsa, bunun sebebi Türkiye’nin yön değiştirmesi değil, NATO’nun iradesizliğidir. İttifak Türkiye’ye muhtaçtır, Türkiye NATO’ya değil.

Asıl gerçek şudur: Türkiye artık bağımsız adımlar atan, sahada güç, masada ağırlık koyan bir devlet olarak küresel denklemi değiştirmiştir. Bunu hazmedemeyenler bugün Trump’ın dilinden “Erdoğan çetin ceviz” sözünü işitmek zorunda kalıyor. Çünkü Türkiye, Batı’nın artık yönetemediği değil, mecbur kaldığı bir güçtür. Bu coğrafyada hiçbir hesabın Türkiye’siz görülmeyeceğini, kimsenin bu millete emir veremeyeceğini, kimsenin devletin iradesine zincir takamayacağını anlamayanlar varsa; Trump’ın o istemeden dökülen itirafı aslında tam da onlara bir yanıt niteliğindedir:

Türkiye, kimsenin dümen suyunda ilerlemeyen; kendi rotasını kendi çizen bir devlettir.
Ve bu coğrafyada hesap, daima Türkiye merkezlidir.
///////////////

BU ÜLKENİN PARASINI ÇALANLAR SADECE HIRSIZ DEĞİL, VATANA KAST EDENLERDİR

Türkiye bir süredir sessiz bir kuşatmanın içinde. Ne tank sesi var, ne sokakta üniformalı bir işgalci… Ama ülkenin damarlarına bağlı hortum, her gün milyarlarca lirayı çekip dışarıya taşıyor. Adına “yasa dışı bahis” diyorlar; sanki masum bir oyun, milletin kumar alışkanlığıymış gibi… Oysa bu memleketten çalınan para, sadece bir kumar borcu değil bir vatan borcudur. Bu parayı çalan herkes, Türkiye’nin geleceğine kast eden birer operasyon aparatıdır.

Bugün Türkiye’den yasa dışı bahis sitelerine yılda 50 ila 100 milyar lira arasında para kaçıyor. Kayıt dışı, izsiz, kontrolsüz bir servet… Devletin vergi havuzuna girmeyen, çocukların okuluna, hastanelere, güvenlik yatırımlarına, savunma sanayisine, sporun altyapısına dönüşmeyen bir kaynak… Yani milletin alın teri, milletin geleceğinden çalınıyor. Bu paranın sadece vergisi bile yılda 15–20 milyar lirayı buluyor. Düşünün: Bu ülkenin insanı helalinden kazandığı parayla ay sonunu zor getirirken, organize suç baronları Türkiye’nin bütçesiyle dalga geçer gibi servet devşiriyor.

Ve acı olan şu: Bu paranın tamamı Türkiye’de kalsaydı, bu ülkenin bütçe açığı daha düşük olur, sporu daha güçlü olur, istihdam artar, güvenlik yatırımları büyür, devletin nefesi çok daha kuvvetli çıkardı. Ama biz ne yapıyoruz? Parayı yurt dışındaki mafya pazarlarına, kara para cennetlerine, siber çetelerin ceplerine teslim ediyoruz. Bu bir ekonomi meselesi olmaktan çıkmış, ulusal güvenlik meselesi haline gelmiştir.

Bu memleket milyonlarca oyunu, evladının rızkını, asgari ücretlinin maaşını, esnafın birikimini bir gecede silip süpüren bu düzeni artık sineye çekemez. Çünkü yasa dışı bahis sadece para kaçırmıyor; devlete meydan okuyor. Devlete meydan okuyan sadece hırsız değildir, aynı zamanda bu millete düşmanlık eden bir maşadır. Türkiye’nin parasını çalıp ülke dışındaki suç örgütlerine transfer etmek, doğrudan doğruya emperyalizme hizmet etmektir.

Bu yüzden bahsi geçen para bir “kumar kaybı” değildir.
Bu para bir ülkenin egemenlik hakkıdır.
Ülkeyi zayıflatmak isteyen odakların milli servetimizi kurutmak için kullandığı bir mekanizmadır.
Ve bu ülkenin devleti, polisi, hakimleri, MASAK’ı bu çetelerin kökünü kazımak için mücadele ederken milletin buna kayıtsız kalması mümkün değildir.

Bugün yapılması gereken net ve açıktır:
Bu ülkeye ait her kuruşun Türkiye’de kalması için yasal, teknik ve finansal mücadele devlet ciddiyetiyle yürütülmelidir.
Yurt dışına kaçan her lira, sadece bir suç baronunu değil, bu milletin geleceğini de besleyen vampirleri büyütmektedir.

Şimdi soru şu:
Türkiye’nin parası Türkiye’de kalacak mı, yoksa biz susarken bu ülkenin serveti sistemli şekilde dışarıya akmaya devam mı edecek?

Bu millet, yüzyıllık bütün saldırılara göğsünü gerdi.
Bu mesele de dahil olmak üzere, ülkesine kast eden her girişime “dur” diyecek iradeye sahiptir.

Ve bu köşeden bir cümleyi açıkça yazıyorum:
Bu ülkenin parasını çalan, bu ülkeyi çökertmek isteyen her yapı; ister bahis çetesi olsun ister finans baronu, Türkiye’nin düşmanıdır.