Washington Examiner’ın iddiasına göre Donald Trump yönetimi, Türkiye’ye “Kıbrıs’taki askerî varlığını azalt, karşılığında savunma ve enerji anlaşmaları yapalım” teklifini hazırlıyor olabilir. Eğer bu doğruysa bilinsin ki: Türkiye Cumhuriyeti, Doğu Akdeniz’de hiçbir egemenlik hakkını pazarlık konusu yapmaz.

Kıbrıs, bir üs değil; bir milletin onurudur. 1974’te Türk askeri o adaya geçici bir görev için inmedi. Orada bir halkın canını, varlığını, haysiyetini korumak için yerleşti. Bugün o varlığı “ticaret anlaşmalarıyla” takas etmeyi teklif etmek diplomasi değil, küstah bir hadsizliktir.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri mevcudiyeti sadece bir güvenlik unsuru değil, Doğu Akdeniz’in dengesini ayakta tutan sütundur. Bu varlık ne enerji projeleriyle ne de diplomatik vaatlerle ölçülebilir. Asker çekilmesi değil, egemenliğin çekilmesi olur. Biz sahadayız ve orada kalacağız.

Türkiye kimseye danışarak karar almaz. Kendi hukukundan, kendi gücünden ve kendi tarihinden alır meşruiyetini. Doğu Akdeniz’de masa kuran değil, masa kurduran ülkeyiz. Bizim denizlerimizde hangi hat geçecekse, hangi enerji yolu çizilecekse, ona Ankara karar verir; Washington değil, Brüksel değil, Atina hiç değil.

Gerçek müttefiklik tehditlerle değil, karşılıklı saygıyla olur. Türk askeri Kıbrıs’tan çekilmez, Türk devleti Doğu Akdeniz’den geri adım atmaz. Kıbrıs Türkü’nün güvenliği Türkiye’nin kırmızı çizgisidir. O çizgiye dokunmak, sadece Ankara’nın değil, bütün bölgenin huzurunu sarsar.

Ve son söz:

Türkiye’nin egemenlik hakları müzakere edilmez.

O haklar, denizde, karada ve adada bizzat korunur.

////

UBER’İN GÖLGESİNDE: VERİLERİMİZ KİMİN ELİNDE?

Bir düşünün… İstanbul trafiğinde bir taksi çağırıyorsunuz. Ekranda Uber logosu beliriyor. Güler yüzlü bir şoför geliyor, yolculuk başlıyor. Her şey sıradan, her şey konforlu görünüyor. Ama o anda sadece siz ve şoför değil, binlerce kilometre ötede bir sunucu da sizi izliyor. Nerede olduğunuzu, kiminle gittiğinizi, hangi saatte nereye vardığınızı, hatta hangi AVM’de kaç dakika geçirdiğinizi bile biliyor.

Evet, Uber Türkiye’de binlerce taksiyle çalışıyor ve bu taksileri kullanan milyonlarca vatandaşın tüm hareket verisi, doğrudan bir Amerikan şirketinin veri tabanına akıyor. Ve bu veriler öyle basit bilgiler değil; devletin bile toplamakta zorlanacağı ayrıntılar: Çocuğunuzun okul yolu, eşinizin alışveriş güzergâhı, evinizin konumu, haftalık rutinleriniz, mesai çıkış saatleriniz…

Bir gün bu veriler, başka bir ülkenin elinde “stratejik” bir araca dönüşürse ne olacak? ABD’de bir istihbarat kurumu, ulusal güvenlik gerekçesiyle Uber’den bu verileri isterse şirket buna direnebilir mi? Cevap basit: Hayır, direnemez. Amerikan yasaları, kendi vatandaşlarının ve şirketlerinin ulusal güvenlik taleplerine uymak zorunda olduğunu söylüyor. Bu da demek oluyor ki Türkiye’de yaşayan milyonlarca insanın günlük hayat haritası, bir başka ülkenin arşivinde hazır bekliyor.

Bu tablo, yalnızca bir “veri gizliliği” meselesi değil. Bu, siber egemenlik meselesidir. Tarladaki mahsulü, fabrikadaki üretimi, ordudaki silahı koruyabilirsiniz. Ama verinizi koruyamıyorsanız ülkenizin geleceğini de koruyamazsınız. Üstelik bugün Uber var; yarın Martı, ertesi gün başka bir uygulama… Hepsi “ulaşım” adı altında aynı şeyi yapıyor: Ülkenin damarlarındaki veriyi dışarı pompalamak.

Yarın bir kriz çıktığında, bu veriler üzerinden toplumsal hareketlilik analiz edilirse, belirli bölgelerdeki insan trafiği manipüle edilirse kim ne diyebilecek? “Yok canım, olur mu öyle şey?” deme lüksümüz kalmadı artık. Siber savaşlar top-tüfekle değil, veriyle kazanılıyor. Ve biz, kendi şehir haritalarımızı gönüllü biçimde yabancı şirketlerin kasalarına koymuş durumdayız.

İşte asıl soru şu: Uber’in arkasındaki veri gücü, bizim geleceğimizin hangi kısmını yönetiyor olabilir?

/////

SANAYİNİN SESSİZ GÖÇÜ

Türkiye’nin büyük tekstil firmaları, artan maliyetler yüzünden birer birer çareyi yurtdışına taşınmakta buluyor.

Mısır’a, Bangladeş’e, Ürdün’e giden makineler, aslında bu ülkenin alın terini de beraberinde götürüyor.

Bu gidiş, yalnızca bir fabrikanın değil; bir emeğin, bir geleneğin, bir üretim kültürünün yavaş yavaş eksilmesidir.

Evet, imalat sanayisi ağır yara aldı.

Enerji maliyetleri, finansman zorluğu, yüksek kira ve vergi baskısı üreticinin sırtında taş gibi duruyor.

Ama bu tabloyu “kader” diye kabullenemeyiz.

Çünkü Türkiye, sanayiyle büyümüş bir ülkedir; makinesizleşmek demek, geleceğini küçültmek demektir.

Yine de umutsuz değiliz.

Bugün giden fabrikanın yarın yeniden döneceğine, üretimin yeniden canlanacağına inanıyoruz.

Yeter ki biz, emeğin değerini ve üretimin onurunu yeniden hatırlayalım.

Her gidişin bir dönüşü vardır.

Yeter ki bu toprak, üretenin umudunu yitirmesin.