Alan sensin, veren sensin, kılan sen

Ne verdinse odur, dahi n’emiz var

-Aziz Mahmud Hüdâyî-

Ömür, ne kısa bir demdir böyle kâri. Etrafımızda ne çok ölüm var. Doğan da var elbet, doğru diyorsun ama âdemoğlu doğuştan ölüm meleğiyle nikâhlanmış değil mi ki? Yaşamaya da ölmeye de ve gerisin geri dönmeye de mecbur… Ömür, öyle işte, mecburiyet… “Geçti” demeye bile fırsat bırakmadan geçip de gidiyor. Ölmek var bu âlemde biliyoruz ve inanıyoruz, eyvallah. Lakin her vakit dilimizde bir mani gibi ölümü bilmeyi tekrarlıyoruz da yaşamayı da hakkıyla bilmiyoruz zannımca. Kimi ne çok hayalleriyle beraber gömülüyor toprağa, kimi “yaşadım” bile diyemeden yaşlanıyor.

Ecdat güzel insanlarmış kâri. “Yaşlı” demiyorlar yaşlanan insanlara; “ihtiyar” diyorlar yani seçkin, seçilmiş… Öyledir de elbet. Ama yaşamak dediğinin de bir maksadı olmuş olmalı. Nefes alıp vermek değildir yaşamak dediğin belki de yine ecdadın diliyle “yaşamak için yaşatmak” gerektir. Hem şairler yanağına hakikat busesi kondurulmuş insanlardır ya, işte ondan bu denli güzel şiirler söylerler;

Yâdında mı doğduğun zamanlar

Sen ağlar idin gülerdi âlem

Bir öyle ömür geçir ki olsun

Mevtin sana hande, halka matem

İşte böyle bir ömür ve böyle bir ölüm için yaşamalı insan. Demem o ki “Yaşadım” demek yaşamak demek değildir. Hem bazıları yaşamaz, ama ölür… Hatta yaşarken de ölür, yaşamışlığının ne zerrece bir faydası vardır insanlara ne de kendisinin bir gayreti. Altını taşa çevirmiştir yani, cevheri toza düşürmüştür. Yaşamamıştır ama ölmüştür. Aslında acziyetini bilmektir yaşamak. Sahip olmak için değil şahit olmak için yaşamak. Zira neye “sahibiz” desek yalan. Sahip olduğumuz bir tek şeycik olsa, yok.  Ciğerlerimize aldığımız nefes bizim değil, kulaklarımızdaki ses bizim değil, göz bizim değil, yüz bizim değil. Maldan mülkten hiç bahis açmıyorum zaten, ennihayeti yaşıyoruz belki ama hayat da bizim değil.

Yani hiçbir şeyimiz yok bizim kâri. Sahip olduğumuz hiçbir şey yok. Zaten sahip olmak gibi bir maksadımız da yok esasında ve öyle bir istidadımız da. Ama öyle inandırılmışız. Hem güzel tarafı şu ki sahip olmayanın kaybetmeye korkusu da olmaz. Dünya gamını taşımaz sırtında hamal gibi. Belki ve en güzeli bir başkasının gönlünü taşır gönlünde. Gönül kırmaktan korkar, karşı durmaktan korkar, hakka girmekten korkar evet, ama ölmekten korkmaz.

Bu eski bir hikâyedir kâri. Ve bu hikâyeyi yazmak için asırlar gerektir. Hikâye o ki dünya denen arsıza kaptırmıştır nefs gönlünü. “Seninim” demiştir de inanmıştır ona. Öyle meftun, öyle sermest ve öyle bedbaht olmuştur. Zira her gelene “seninim” demiştir dünya lakin kimsenin olamamıştır. Kandırmış ve aldatmıştır. Ve insan da aldanmıştır bu yalana. Nefsinin meftun olduğuna sevdalanmıştır. Gözü dünyadan gayrisine âmâ gönlü ondan gayrisine mühürlü kalmıştır. Ve biri çıkıp da asıl aşka kaptırınca gönlünü “mecnun” diye “deli” diye anılmıştır. Eski bir hikâyedir bu kâri. Çok eski bir hikâyedir. İnsan dünyaya sevdalanmıştır. Ve onu kendinin sanmıştır.

Ezcümle sual şudur ki kendine bile, nefsine bile, sesine ve nefesine bile sahip olamayanın sahip olduğu ne vardır ki!