Bir ülke hayal edin. Üç bin yıldır orada yaşıyorsunuz. Toprağının her zerresinde atalarınızın alın teri ve yaşanmışlığı var. Aynı ülke topraklarını, aynı tarihler aralığında, en son ve en büyük sürgünlerini; kendilerinin bugünkü zihniyetlerinden bir topluluk olan Romalılara borçlular. Bugün Roma zihniyetinin çocukları (ABD ve AB ile bileşenleri), Filistin’de tarihte var olmamış İsrail isimli bir sentetik devlet eliyle soykırım yapıyor.

Bir ülke düşünün. Bir asır önce birileri Yahudileri getirdi ve topraklarınıza yerleştirdi. Sonrasında anlayışları doğrultusunda tasarladıkları ve yeniden ürettikleri Tevrat hükümlerine göre “vadedilmiş toprakları” doğal hak bellediler ve adım adım işgal ettiler. Üç asırdır Filistinlilere ait topraklara yerleştirilen siyonistler “yerleşimci” isimli terör gruplarıyla haksız bir işgali sürdürüyorlar. Bir asır ve üç nesildir yaşadığı evinde, emek verdiği tarlasında, bağ ve bahçesinde, kıyısında yürüdüğü sahil ve kumsalında kendisininmiş hissiyle yaşayamamak nasıl bir şey? Her an “yerleşimci” ünvanlı bir eşkıya çetesinin gelip “burası benimdir” diyeceğini, sizi oradan çıkarabileceğini ve hiçbir şey yapamayacağınızı düşündünüz mü hiç?

Her an bir yerleşimci-işgalci vahşetiyle yaşamak! Yaşama ve ölme vaktinin barbar insanlar tarafından ayarlandığı bir yerde, çocuğu mutlu olsun diye gülümserken içine ağlamak! Yahudiler arasından çıkacak bir çocuk tarafından saltanatının bitirileceğini rüyada gören Firavun kadar korkak olmak; kız, erkek ve cenin ayırt etmeden kadim korkunun kölesi olup soykırım yapmak. Ya da birilerini ülkesinde işgalci kabul edip gaz odalarında imha eden Hitler’e özenerek bıraktığı bombalarla insanları yakmak! En çok yakındıkları ve kendi inançlarından altı milyon insan öldürdüğünü söyledikleri Hitler’e öykünerek soykırım yapmak!

Firavun, erkek çocuklarını öldürerek tarihe geçti. Hitler “kendilerinden olmadığına inandığı çingene, Müslüman, Yahudilerle farklı inanç ve etnisitelere” mensup insanları gaz odalarında yakarak insanlığa ihanet etti. Hitler’i engellemek ve yok etmek için harekete geçen güçler, İsrail’de Hitler’in ruhunu uyandırdılar. Hep birlikte soykırım yapıyorlar. Zulüm, vahşet ve barbarlıkta gelinen nokta, insan iradesinin kavrama ve tahammül sınırlarını zorluyor. Sezai Karakoç’un ifadesiyle Gazze: “Kurşundan çiçeklerin şehri/ Gülle kusuyor ana rahmi/ Bomba parçalıyor beynini bebeğin/Tanklar saldırıyor evlere bir anda ev yok tank var/ Uçak var gök yok utanç var/ Ve kime karşı bütün bunlar/Masum insanlara karşı/Binlerce yıl oturdukları yurtta kalmak isteyenlere karşı/…/ Ve artık ne İbrahim ne Yakup ve ne Musa var/ Tersinden okunan Tevrat hükümleri/Karaya boyanmış Mezmurlar.”

Buğday tarlalarının, sebzelik ve meyve bahçelerinin bombalarla yakıldığı, ev diye bir mekânın kalmadığı; güneye veya kuzeye gitmenin anlamını kaybettiği küçücük bir coğrafyada insan nasıl yaşar?  Paul Auster’in ifadesiyle “Ölüm her yerde varsa nereye gittiğinin ne önemi var?”

**

Batı medeniyeti bir zulüm ve vahşet medeniyetidir. Ölüm ve öldürme üzerine kurulu sömürge ve kolonyalizm ile yaşar. Hatırlanması gereken en büyük katliamlarından biri; Afrika’dan yeni kıtaya köle olarak taşıdığı kara derili ve çoğunluğu Müslüman dokuz milyon insanı, Atlantik sularında boğduğu hakikati. Avrupa-Amerika Haçlı zihniyetinin dokuz milyon insanı Afrika’dan kopararak öldürülmelerine sebep olmaları neden hiçbir yerde yazılmaz ve konuşulmaz?

Irak ve Afganistan işgal edilirken dünya medyası ve Batıcı çevreler, neden bir işgalden söz etmezler de 'demokrasi ve istikrar'dan dem vururlar? Bu topraklarda sahiden 'demokrasi ve istikrar' var mı? Ya da istikrardan bir emare görüldü mü?

Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un “Batı’yı kurtarmak için savaşıyoruz.” iddiasının barındırdığı hakikat ne? İkinci Dünya Savaşı’nda atalarını yakan gaz ve fosil atıkların güvenliği için mi savaş sürdürülüyor?

**

26 Kasım 2023’te “Bir ateşkes mümkün mü?” diye sorduğum yazının yayımlanmasından birkaç gün sonra zulüm kaldığı yerden devam etti. Bir barışın mümkün olmadığını İsrailli Avukat Lea Tsemel, Kenize Mourad’a, “Toprağımızın Kokusu/ Filistin ve İsrail’in Sesleri” (İstanbul:2004) isimli kitapta anlatıyor: “1967 savaşında 22 yaşındaydım ve orduya gönüllü yazıldım. İsrail’in barış istediğine; ama bizi denize dökmek isteyen Araplarla savaşmak zorunda olduğumuza inanıyordum. Fakat bütün bu insanların, yaşlıların, kadınların, çocukların yurtlarından nasıl kovulduğunu; nasıl dehşet verici ve insanlık dışı muamelelere maruz bırakıldığını, onları Ürdün’e kaçırtmaktan başka bir amacı olmayan bir savaş içinde olduğumuzu görünce İsrail’in barış istemediğini anladım. Araplar çok güçsüzdü, İsrail’in barışı dayatabilecek güçte olduğu çok açıktı ama bunu yapmak istemiyordu; tek derdi topraklara el koymak için bahaneler aramaktı. Filistinlilere uyguladığımız bütün bu şiddet ve aşağılamalar benim için dayanılmazdı. Bir Yahudi olarak bu zulümlere tanık olmak, bana geçmişte halkımızın çektiği acıları hatırlatıyordu. 1948’de topraklarından kopartılan Filistinliler hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama 1967’de Ürdün’e kovulanları görmek, bütün o köylerin yerle bir edildiğini öğrenmek beni son derece rahatsız ediyordu. Ne pahasına olursa olsun, rahat kabuğumdan çıkıp neler olduğunu anlamaya çalışmam gerekiyordu." dedikten sonra “Filistin halkı nefret nedir bilmezdi; bunu onlara biz öğrettik. Çok iyi öğretmenleriz doğrusu!” tespitinde bulunur.

Yerleşimcinin işgalci, işgalcinin de sadece yok edici ve soykırımcı olduğu hakikatini göz ardı etmeden Filistin halkının acısını anlamaya ve anlatmaya devam edeceğiz.