Hayatın içinde, bazen bir kahve molası verip etrafımıza bakmamız gerekiyor. Özellikle de ekonomik dengesizliklerin, zengin ve fakir arasındaki uçurumun her geçen gün daha da derinleştiği bu dönemde. İşte size, belki de birçok kişinin bilmediği, dudak uçuklatan bir bilgi: Dünyanın en zengin üç ailesinin serveti, dünya üzerindeki en fakir 48 ülkenin toplam servetinden daha fazla.
Evet, doğru okudunuz. Bu bilgi, birçok kişi için şaşırtıcı olabilir ancak ne yazık ki gerçek. İşte dünyanın en zengin aileleri arasında yer alan üç aile:
Rothschild Ailesi: ailenin toplam serveti göz kamaştırıcı bir şekilde 400 milyar dolar olarak tahmin edilmekte hatta bazı tahminler bu rakamın 1 trilyon dolara kadar çıkabileceğini öne sürmektedir. Bu rakam, ailenin tarihsel olarak sahip olduğu varlıklar, gayrimenkuller, sanat eserleri ve diğer yatırımların toplam değerine dayanmaktadır. Ancak bu rakam, birçok kaynak tarafından doğrulanmamıştır ve spekülatif olabilir.
Rockefeller Ailesi: Bu ailenin serveti hakkında kesin bir rakam belirtmek zordur. Ancak, bazı tahminlere göre, ailenin toplam serveti 100 milyar doları aşabilir. Bu rakam, ailenin tarihsel olarak sahip olduğu varlıklar, gayrimenkuller, sanat eserleri ve diğer yatırımların toplam değerine dayanmaktadır.
Oppenheimer Ailesi: Bu ailenin serveti, elmas ve altın piyasalarındaki etkileri nedeniyle oldukça yüksektir. Bazı tahminlere göre, ailenin toplam serveti 20 milyar doları aşabilir.
Bu durumu daha iyi anlamak için diğer rakamlara da göz atalım. Dünya Ekonomik Forumu'na göre, en zengin %10'luk kesim kişi başına ortalama 122,100 dolar kazanırken, en fakir yarısı sadece 3,920 dolar kazanıyor. Ancak bu sadece gelirle ilgili. Servet açısından bakıldığında, bu uçurum daha da genişliyor. Dünya nüfusunun en fakir yarısı toplam servetin sadece %2'sine sahipken en zengin %10'luk kesim tüm servetin %76'sına sahip.
Bir başka ilginç istatistik de Visual Capitalist'ten geliyor. 1 milyon doların üzerinde servete sahip bireyler, dünya nüfusunun sadece %1.1'ini oluşturmasına rağmen, küresel servetin %45.8'ine sahip. Diğer yandan, nüfusun %55'i küresel servetin sadece %1.3'üne sahip.
Aynı şekilde, ülkeler arasında da bu dengesizlik gözlemlenebilir. Örneğin, bir Batı Avrupa ülkesindeki kişi başına düşen millî gelir, bir Sahra Altı Afrika ülkesindeki kişi başına düşen gelirden onlarca kat daha fazla olabilir. Ya da bir ülkenin sadece bir şehrindeki lüks alışveriş merkezlerinde satılan ürünlerin toplam değeri, başka bir ülkenin yıllık eğitim bütçesinden daha yüksek olabilir. Bu, sadece bireyler arasındaki gelir uçurumu değil, aynı zamanda ülkeler arasındaki ekonomik dengesizliklerin de ne kadar derin olduğunu gösteriyor.
Bu rakamların ardında yatan gerçek, zenginlik dengesizliğinin sadece birkaç ülke veya birey arasında değil, küresel bir sorun olduğudur. Örneğin, bir CEO'nun maaşı, aynı şirkette çalışan ortalama bir işçinin yıllık maaşına eşit olabilir. Ya da bir futbolcunun bir maçta kazandığı para, bir öğretmenin bir yılda kazandığından daha fazla olabilir.
Sonuç olarak, zenginlik dengesizliği, küresel ekonominin en büyük sorunlarından biri olmaya devam edecek gibi gözüküyor. Ancak bu dengesizlik sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve politik sonuçlara da yol açıyor.
Örneğin, son 12 günde İsrail ve Filistin arasında yaşanan çatışmaları ele alalım. Bu türden çatışmaların temelinde yatan nedenlerden biri de ekonomik dengesizliklerdir. Filistin'de yüksek işsizlik oranları, fırsat eşitsizliği ve ekonomik yetersizlikler, halkın hoşnutsuzluğunu artırıyor. Öte yandan, İsrail'de de ekonomik gücün belirli bir kesimde toplanması ve sosyal adaletsizlikler, toplumsal gerilimleri tetikleyebiliyor.
Bu iki toplum arasındaki ekonomik dengesizlik, zaten hassas olan siyasi ve sosyal dengeleri daha da karmaşık hâle getiriyor. Zenginlik dengesizliği sadece bireyler veya ülkeler arasında değil, aynı zamanda komşu topluluklar arasında da barışın ve istikrarın önündeki en büyük engellerden biri olabilir.
Bu nedenle, bölgedeki çatışmanın kökenlerini anlamak ve çözüm yolları aramak için sadece siyasi ve tarihsel faktörlere değil, aynı zamanda ekonomik faktörlere de odaklanmak önemlidir. Mesela eğer Filistin ve özellikle Gazze, teknoloji ve ekonomi bakımından daha gelişmiş, zengin bir bölge olsaydı, bu durum bölgedeki sosyo-politik dinamikleri değiştirebilirdi. Öncelikle ekonomik refahın artması, bölgedeki genç nüfus için daha fazla istihdam fırsatı ve eğitim olanakları anlamına gelirdi. Bu, sosyal huzursuzluğu azaltabilir ve radikalizmin önüne geçebilir. Ayrıca ekonomik olarak güçlü bir Gazze, bölgesel ticarette daha aktif bir rol alabilir, bu da hem İsrail hem de diğer komşu ülkelerle daha derin ekonomik bağlantılar kurmasına olanak tanır. Bu tür ekonomik bağlantılar, siyasi gerilimleri azaltma potansiyeline sahip olabilir çünkü ülkeler arasındaki ekonomik bağlantılar, savaşın ve çatışmanın maliyetini artırır.
Mevlana'nın şu sözü dönem dönem hep aklıma gelir: "Dünya bir dağ gibidir. Ne gönderirsen onu yankı olarak geri alırsın." Bu söz, bireylerin ve toplumların eylemlerinin ve niyetlerinin sonuçlarını doğrudan etkilediği fikrini vurgular. Eğer bölgede ekonomik refah, eşitlik ve adaleti teşvik eden adımlar atılırsa, bu olumlu adımların yankıları olarak barış ve istikrarın geri döneceğine inanmak gerekir.