Kahramanlar eskidi, zırhları paslandı. Şimdi dürüstlük ve samimiyet süper gücün yerini aldı. Sanırım biz artık kurtarılmak istemiyoruz.

Bir zamanlar sinema, iyinin kötüyü yendiği masallar anlatırdı. Şimdi ise o masalların perdesi karardı. İyilik de kötülük de aynı yüzün iki yorgun ifadesi gibi. Kahramanlar yok. Yalnızca kendi gölgesine yenilen insanlar var.

Sinema uzun yıllar boyunca insanlığın vicdan aynasıydı. Western filmlerinde adalet dağıtan kovboy, savaş filmlerinde ülkesini kurtaran asker, süper kahraman filmlerinde dünyayı, hatta hadsizce evreni kurtaran insan üstü varlıklar… Her biri bize aynı hikâyeyi fısıldıyordu: İyilik sonunda kazanır. Ama artık o fısıltıya kimse kulak asmıyor. Zira izleyici büyüdü, dünya kirlendi, adaletin hep geç kaldığı bir çağda yaşıyoruz. Kahramanların idealize ettiği saflık, bugünün karmaşık gerçekliğine sığmıyor. İyilik bile pazarlama stratejisine dönüştü. Düşünsenize, yerde bulduğu cüzdanı karakola teslim eden “kahraman delikanlı”yı yere göğe sığdıramıyoruz artık. Ne acı değil mi? Sinemada da yeni bir çağ başladı. 70’lerde filizlenen, 80’lerde ana akıma dönüşen fakat son yıllarda gözümüze iyice sokulan anti-kahraman çağı. Bu çağda kurtarıcılar yok. Yalnızca kendi çelişkileriyle boğuşan insanlar var.

Anti-kahraman, klasik kahramanın tam zıttı değildir aslında. Sadece onun bir gölgesidir. Kahramanlar “doğru” olanı temsil ederken anti-kahraman “insan” olanı temsil eder. Ahlaki olarak gri bir alanda yaşar. Yaptığı şeyler kimi zaman korkunçtur ama niyetinde bir haklılık kırıntısı vardır. Walter White, Travis Bickle, Tony Soprano, Joker, Michael Corleone... Bu karakterler, izleyiciyi rahatsız eder ama aynı zamanda büyüler. Çünkü onlar bize sinemanın artık ayna tuttuğu gerçeği hatırlatır: İnsan, hem kurtarıcı hem yıkıcıdır. Dürüst olun; Thanos’un eldivenine sahip olsanız, aklınızda “dünyanın iyiliği” için kül etmek istediğiniz ülkeler yok mu?

Scarface’in Tony Montana’sı, yükselme arzusunun en saf hâlidir mesela. Sokaklardan gelip kanla ve hırsla kendi imparatorluğunu kurar. Ama ne zaman çocuk ve kadın öldürmeyi reddeder, kendi sonunun düğmesine de o anda basar. İşte onu gerçek bir anti-kahraman yapan şey budur: Vicdanını tamamen kaybetmemesi. O çizgiyi geçtiği anda artık “insan” olmayacağını bilir. Ölümü bile kendi ahlaki sınırlarını koruduğu anda gelir. Tony Montana’nın ölümü aslında bir “yenilgi” değil, ahlaki bir finaldir.

Bana “Neden artık kahramanlara inanmıyorsun?” diye sorsanız, çünkü artık “iyi”nin tek başına dünyayı kurtaramayacağını biliyorum derim. Gerçek dünyada adalet her zaman kazanmaz, iyiler hep mutlu olmaz. İzleyici artık mucize değil, dürüstlük istiyor. Anti-kahramanlar da bu dürüstlüğü taşıyor. Hataları, kibirleri, zayıflıkları, hatta kanlı elleri bile samimi duruyor. Bu yüzden Batman “Ben kahraman değilim” dediğinde, sadece Gotham’ın değil, tüm modern insanın sesi oluyor.

Belki de biz, artık kahramanlara değil, insanlara inanmak istiyoruz. Kusurlu, kırılgan, öfkeli, bazen bencil ama yine de inatla doğruyu arayan insanlara... Sinemada anti-kahramanın yükselişi, insanın kendi karanlığını kabul edişidir. Çünkü ışığı gerçekten görebilmek için önce o karanlıktan geçmek gerekir.

Belki de yeni çağın en dürüst kahramanı, artık “iyi” olmaya çalışmayan insandır. Çünkü bazen, bir insanın kötülüğü reddetmesi bile kahraman olmasına yeter.