Modern demokrasinin kökü, eski Yunan şehir devletlerindeki agoraya dayanıyor.

Şehir devletlerindeki “boule” yani konsey ile halk bu meydanda buluşup gelecekleriyle ilgili kararlar alıyorlardı.

Fakat nüfus artınca ve agoralar bu yükü artık kaldıramaz olunca “temsilî adalet” denilen ve meclislerde halkın temsilci olarak belirlediği kişilerle haklarını aradıkları yeni bir düzen ortaya çıktı.

Bu -doğası gereği farklılıkları olsa da- Doğu’daki toplumlar için de geçerliydi.

Her kabilenin yaşam alanı olan bir “dıra”sı ve bir kabile meclisi vardı ve orada her aile doğrudan temsil ediliyordu.

İnsan, var olduğu günden bu yana birlikte yaşadıklarıyla arasındaki ilişkileri düzenlemek ve kendi payına düşeni hakkıyla alabilmek için çok ciddi sosyal yapılar geliştirdi.

Adalet sitemleri kurdu.

Fakat hiçbir dönemde mutlak bir adalet dengesi yakalayamadı ve en başta kendi egosunu ve çıkar karşısındaki zaafını yenemedi.

En ileri hukuk kurallarının uygulandığı ülkelerde dahi adaletsizliklerin önüne geçilemedi.

İnsan, düşünerek kötülük ya da suç üretebilme kapasitesini her zaman kanunları aşabilmek için kullandı/kullanıyor.

Bu noktada yapılan en büyük hatalardan biri şu oluyor: Ortalamalar alınarak total bir dengenin belirlenmesi...

Bu şu demek: Bir zincirin kuvvetinin, halkaların gücünün ortalamasına göre belirlenmesi ya da bir köprünün direncinin ayaklarının ortalamasıyla belirlenmesi...

Oysa zincirin mukavemeti, en zayıf halkası; köprünün ise en zayıf ayağı kadardır.

Ortalamaya göre yapılan her hesap hem yükü hem de yükü emanet ettiğimiz elemanları yok eder.

Toplumun en zayıf bireylerini hesaptan çıkaran her ortalama, ne yazık ki bütün toplumu tehdit eden potansiyel tehlikeleri görünmez yapar.

Meclislerde yeteri kadar temsil edilemeyen ve gözden kaçan her birey, toplumun en zayıf halkasına dönüşür.

Her detaya ve her noktaya ayrı bir değer atfederek, her bir bireyi potansiyel bir değer olarak hesaplamak suretiyle değerlendirmek zorundayız.

Başarıların, başarısızlıkların, suçların ortalamasını almak belirli bir ipucu verse de her bir “tek”in her şeyini veremeyeceği için çok şeyin gözden kaçmasına sebep olur.

Peygamberimizin, “Yürüyüşünüzü en zayıf olanınıza göre ayarlayın.” sözü de bana göre, kuvvetin en zayıf halka kadar olduğunu gösteren çok önemli bir kıstastır.

Adalet dağıtırken ayrım yapmamak için John Bordley Rawls’ın, “Cehalet örtüsü”nün arkasından bakmak ya da o meşhur gözü kapalı adalet heykelindeki gibi davranmak çok önemli olsa da ortalamanın kapattığı detaylara kör ve bigâne kalamayız.

Karar anları dışında adaleti korumak için gözlerin dünyaya açık olması ve her detayın takip edilmesi çok önemli.

Gözü kapattıktan ya da perdenin arkasına geçtikten sonra nasıl bir hafıza ile hareket edileceği çok önem arz ediyor.

“Bilgi otoyolu”nu tıkamak isteyen “hürriyet katilleri”ne fırsat vermemek üzere, pür dikkat yol almak zorunda, adaletin güvencesi olanlar.

Ve elbette her birey gözlerini dört açmalı ve dünya ile arasına duvarlar örmemeli.

Çünkü ördüğü duvarların arkasındaki hürriyetini de koruyamaz hâle gelir.

Tıpkı devletler gibi ailelerin güvenliği ve hürriyeti de kendi sınırlarının dışında başlar.

Dışarıda başlayan yangına duyarsız, kendine ait olanı da yakar.

Her işi başka bir “mehdi”ye havale eden tembellik, sonunda kendi temsilini de kalıcı olarak kaybeder.

Agora ya da kabile meclisinde başlayan aktif hak arama mücadelesi, temsilciyi takiple devam etmek zorunda.

Nasıl temsil edildiğini ferasetle takip etmeyenlerin sonu, Masa ile hayal kırıklığına uğrayanlar gibi olur.

Zira temsil, var olmanın delilidir…