Tembellik mi yoksa başkaldırı mı diye düşündüren, biraz da acındıran ancak yazarın anlatımıyla sinirleri fena halde bozan bir uzun öykü: Kâtip Bartleby...
Herkesin Moby Dick romanıyla tanıdığı Herman Melville, bu eserin tamamında bir karakter üzerine yoğunlaşmış. Evet, bahsettiği her bir karakter için de birer kitap yazılır ama Bartleby bambaşka. 19. yüzyıldaki uzay tartışmalarını tam anlamıyla bilmek mümkün olmasa da Melville’in Bartleby’yi uzayın derinliklerinden bulduğunu ve öykünün tam ortasına oturttuğunu söyleyene karşı çıkmam.
ABD’li yazarın ortaya çıkardığı karaktere dair çok şey söylenebilir. Ekstra iş yapmaktan imtina eden, söylenen her şeyi reddeden ve sadece kendi gündemiyle meşgul olan biri kısa sürede çalıştığı yerde düzeni ve daha önemlisi huzuru bozuyor.
Bu dediklerim hiçbir yerde yok
Kâtip Bartleby, ilk olarak 1853’te Putnam’s Monthly Magazine’de tefrika edilir. 1856’da ise Piazza Tales isimli hikâye kitabında yayımlanır. Bunları kitabın arkasından okudum haberiniz olsun. Asıl diyeceklerimin bunlar olmadığını tahmin etmişinizdir. Çünkü bu satırların sahibi kendini hiçbir yerde göremeyeceğiniz yorumlar yapmaya adadı.
Yazar, aynı zamanda bir Wall Street avukatı olan anlatıcı vasıtasıyla teklifsiz bir biçimde olaya giriyor ve kendini ve dairesinde çalışanları kısaca tanıttıktan sonra gariplikler abidesi o kişiden; Kâtip Bartleby’den bahsetmeye başlıyor. Avukatın Bartleby ile tanışması ve başımıza musallat etmesi başında bulunduğu hukuk bürosunda işlerin çoğalması ve yeni bir personel alma ihtiyacı hissetmesiyle söz konusu oluyor. Bartleby, her şeyin normal ilerlediği ilk sayfalarda işe kabul ediliyor ve kâtip olarak göreve başlıyor. Karşımıza bir anda umursamaz ve sorumsuz davranan, yazılı olmayan iş yeri kurallarını ihlal eden ve her defasında patronunun otoritesini ayaklar altına alan bir tip çıkıveriyor. Üstelik bu davranışların elle tutulur bir nedeni de yok. Peki bıkmadan usanmadan yaşananlarda mantık arayanların bu mantığın dayandığı şey her neyse onu bilmeye hakkı yok mu? Ama hayır; bu talep yazarın pek umurunda değil. Belki de umurunda ama kendini öyle bir girdaba sokmuş ki neden söyleyemiyor, çözüm üretemiyor. Sen koskoca Herman Melville’sen yarattığın gizemi çözmek ya da yol göstermekle mükellefsin. Tüm verileri ortaya koyarsın ve okuyucuya “Buyur sen çöz” ya da “Devamını istediğin gibi getir” dersin. Ancak belli ki yazarın kimseye yardımcı olmak gibi bir derdi yok.
Okuyucu “aptalca” bulduğu “sefil” cümleleri tekrar okur. Hatta sayfanın başına döner anlamaya çalışır. Bu cümleler için gösterdiği beyhude çaba takdir edilesidir ancak o kadar: Tıkanır ve kalır. Ayracını yine bir sayfa geriye koyar ve olay mahallini terk eder. Zanneder ki döndüğünde anlayacak. Burayı geçelim… Okuyucu davranışlarıyla ilgili bir yazı kaleme alırsam bu cümlelere tekrar rastlarsınız.
Kâtip Bartleby yazılalı yakında 200 sene olacak. Yani yaklaşık 200 senedir sırrı çözülememiş davranışlar var. İşe alım aşamasında normal, ilk 3 gün normal –hatta aşırı çalışmış- ve bir anda yapmamayı tercih eden bir adam çıkıyor ortaya. Yazara soralım: Neden? Yukarıda sorduk yine soralım: Ne oldu bu adama? Yazar da bilmiyor, bilmediğini patron üzerinden gösteriyor.
Hayır, ellerimi onun için semaya açmayacağım
Kitapta avukata atfedilen “En iyi hayat en kolay hayattır” düsturunun Bartleby’nin şahsında yaşatıldığını fark edeceksiniz. Sadece üzerine düşeni yapan, ofisi izinsiz bir biçimde konuta dönüştüren ve suratının ortasına bir türlü hak ettiği o yumruğu yemeyen bir adamın iyi olması için ellerimi semaya açacak değilim. Patronun kendine hayat tarzı olarak benimsediği felsefeyi Bartleby’nin arsızca ve hunharca kullanması ona defalarca verilen şansı ve hakkı gayrimeşru kılıyor.
Hakkını teslim etmeliyim yazarın patron-personel ilişkileri hususundaki çözümlemeleri gayet yerinde. Özellikle patron tarafının ruh hâli, otoritesi sarsılmış bir yöneticinin telaşını yansıtıyor. Ancak bu telaş çok sürmeden yerini itidale bırakıyor. Bir iş yerinin eşitliğe dayalı havası, çalışanların iş yükü dengesi, iş yerindeki huzur çalışma barışı denilen kavramı izah eder. Bartleby, kalabalığın ortasına atılmış el bombası misali yukarıda bahsedilen tüm değerleri mahveden, binbir emekle sağlanan huzuru kaçıran ve çalışma barışını bozan bir yıkım makinesi.
Bartleby’nin “Tercih etmem” sözü iş yerindekileri konuşma “tercihleri” yönünden de etkiliyor. Bir ara tüm ofis “Tercih etmiyorum” sözünü kullanmaya başlıyor ve bunu istemsizce yapıyor. Evet, Bartleby köşede etkisiz bir eleman gibi duruyor ancak yaptıkları-yapmadıkları, söyledikleri-söylemedikleriyle çevresindeki herkesi etkiliyor.
Kitapta dikkat çekici noktalardan biri de hiç kadın karakter olmaması. Daha önce kadın karakterin olmadığı bir kitap okudum mu hatırlamıyorum. Zaten kısıtlı kadroyla yürüyen hikâye, tümüne erkeklerin hâkim olduğu bir zeminde ilerlemiş. Son derece dar bir alanda bir karaktere daha yer bulmak zor olabilir ancak en azından dükkân sahibini sahibe olarak tanıtmak mümkün olabilirdi. Fakat burada 19. yüzyıl dünyasına bir bakış gerekebilir. Dönemin şartlarında kadın nerede duruyor, böyle akçeli işlerle haşır neşir mi bunu sorgulamak lazım. Şimdi bu eser ufuk açmıyor, okuyucuyu araştırmaya itmiyor diyebilir misiniz?
Sizin de aklınıza Oblomov geldi mi?
Benim böyle tembellikler, uyuşukluklar denilince aklıma her zaman “Oblomov” gelir. Rus yazar Gonçarov’un aynı yıllarda yazdığı “Oblomov” herhangi bir ruhsal sorun belirtileri göstermese de Bartleby gibi tercihlerinin peşinden giden bir karakter. Fakat en azından onun tembellik yapmak için sebepleri var. Çok zengin olması, yapılacakları başkalarına yaptırması ona alışkanlıklarına mahkûm olmuş bir hayat yaşatıyor. Öte yandan Oblomov, hayata geçirmek için parmağını oynatmasa da projeler üreten biri. Bartleby’nin hayata dair herhangi bir görüşünü duyan-bilen var mı? Ayrıca Oblomov’un asosyal bir kişiliğe sahip olmadığını aksine çevresiyle iletişimde olduğunu söyleyebilirim. Peki Bartleby? Onun için kullanılan “direnişçi” ifadesi ne kadar doğru? Dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen ve milyarlarca insanı yok sayan yalnız bir adam kime karşı ne ile direnmiş? Direniş kelimesine neden bu kadar taktım biliyor musunuz? Çünkü Kâtip Bartleby hakkında yazan ve konuşan herkes tanıtım bültenlerinde gördükleri direniş kelimesini muhakkak cümle içinde geçiriyor. Evet, ben de direniş diyorum ama bu Bartleby’nin yaptığı şey değil. Bartleby, sadece hayatın gerçeklerine direniyor, Oblomov gibi olmasa da tembellik ediyor. Ayrıca avukatın onun için kullandığı hayalet tanımlaması sizce direnişle yan yana gelebilir mi?
Bartleby’den kaçış
Avukat, Bartleby’nin yıkıcı davranışları ve esasında davranış sorunları nedeniyle çareyi ofisi terk etmekte buluyor. Başından beri nezaketini hiç kaybetmeyen avukat, Bartleby’ye hesap verir gibi mevcut dairenin adliyeye uzak düştüğünü üstelik havasının da kirli olduğunu ve yeni yerine taşınacağını söylüyor. Bartleby’den herhangi bir cevap gelmiyor elbette. Avukat da zamanı gelince orayı ve doğal olarak Bartleby’yi terk ediyor; yani ondan kaçıyor. Hikâyenin kırılma anı burası. Çünkü bundan böyle çevrede bu “ruh hastası”nın davranışlarına boyun eğecek ve onları hoş görecek kimse kalmayacak. Devamını getirmek ve Bartleby’nin nelerle karşılaştığını söylemek istemiyorum. Ama mülk sahibinin ona avukat gibi davranmayacağını söyleyebilirim.
Kâtip Bartleby, bana göre bir müptezel. Genel görüş görevi olmayan işleri yapmamaya kararlı bir direnişçi olduğu yönünde. Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Bendeniz içeriye herkesin baktığı en geniş pencereden değil, küçük bir delikten baktım ve gördüklerimi söyledim. Sizlere Bartleby hakkında dayatılan anti-kapitalist görüşlerin dışında bir şeyler söylemeye gayret ettim. Çalışanların sermaye sahiplerine karşı hakkını koruduğumu öne sürerek popülizm peşinde koşmadım. En güzeli de Bartleby üzerinden kendi ideolojimi dikte etmedim. Bu yönüyle bir seçenek daha sunup hakkında karar verebilmenize yardımcı olmak istedim.