Bir sabah, kıyıya vuran ölü bir caretta. Midesinin içinden çıkan şeffaf bir poşet. Kıyıya sürüklenmiş plastik şişeler, maske kalıntıları, eski ağlar... Bunlar sadece çöpler değil. Bunlar, insanlığın Akdeniz’e bıraktığı vicdansız izler. Ve bu izler, gün geçtikçe çoğalıyor.

Akdeniz, dünya denizlerinin yalnızca yüzde 1’ini kaplar. Ancak dünya denizel biyoçeşitliliğinin yaklaşık yüzde 18’i burada yaşar. Yani Akdeniz, küçük ama yoğun bir yaşam alanıdır. Ne yazık ki bu narin deniz, artık bir çöplüğe dönüşme riskiyle karşı karşıya. Yapılan bilimsel araştırmalara göre Akdeniz, dünya üzerinde litre başına en fazla mikroplastik içeren denizlerden biri haline geldi.

Bunu söylemek kolay, fakat anlamak zor. Çünkü plastik sadece denizin üstünde değil; midede, kanda, hatta plasentada çıkıyor artık. Yani mesele yalnızca doğayı değil, doğrudan insan sağlığını tehdit eden bir boyuta ulaştı. Balıkçılar artık ağlarına balık kadar plastik takıldığını söylüyor. Bu, yalnızca bir ekolojik kriz değil; bir kültür ve insanlık krizidir

Balıkçılıkta kriz: Yalnızca balıklar değil, geçimler de yok oluyor

Akdeniz kıyılarında yüzyıllardır süregelen küçük ölçekli balıkçılık, artık neredeyse can çekişiyor. Aşırı avlanma, iklim değişikliği ve deniz kirliliği bir araya geldiğinde, balık popülasyonları dramatik biçimde azalıyor. Eskiden sabah çıkan balıkçı, akşama ailesinin rızkıyla dönerdi. Şimdi saatlerce denizde kalan birçok kişi, sadece çöp ve umutsuzlukla geri dönüyor.

Bu durum sadece ekonomik değil, kültürel bir kayıp da yaratıyor. Çünkü Ege ve Akdeniz kıyılarında balıkçılık, sadece geçim değil; yaşam tarzı, gelenek, aidiyet demekti. Şimdi ise yerini turizme teslim etmiş kıyılar, bu köklü hayatı da yutmak üzere.

Kıyıların betonlaşması: Deniz görünüyor var ama deniz yok

Bugün Ege ve Akdeniz kıyılarına baktığınızda, “denizi gören” devasa siteler, oteller, yazlıklar görürsünüz. Ama gerçekten denize ulaşabilir misiniz? Maalesef hayır. Kıyılar, halktan koparılmış, doğayla bağı koparılmış ve büyük ölçüde betona teslim edilmiştir. Kıyı Kanunu yıllardır hiçe sayılıyor. Ormanlar kesiliyor, kıyılar dolduruluyor, falezler üzerine otel temelleri atılıyor. Tüm bunlar olurken, deniz kendi iç dengesini kaybediyor.

Ve bunu biz, çoğu zaman fark etmiyoruz. Çünkü kirlilik artık görünmez hâlde: Mikro düzeyde, hücresel düzeyde, sessiz ama etkili. Akdeniz, günbegün içten içe bozuluyor.

Turizm mi? Tüketim mi?

Akdeniz’e en büyük zararı veren sektörlerden biri de turizmdir. Her yıl milyonlarca turistin geldiği bu kıyılar, aşırı tüketim baskısıyla doğal kapasitesini zorluyor. Otellerin kullandığı temizlik kimyasalları, teknelerin bıraktığı atıklar, yetersiz arıtma sistemleri… Deniz, bu yükü artık kaldıramıyor. Üstelik bu süreçte yerel halkın payı giderek azalıyor. Deniz kıyısında yaşayan ama denize erişemeyen bir toplum yapısı oluşuyor.

Sorun burada düğümleniyor: Doğanın en büyük düşmanı, tüketim kültürüdür. Eğer doğaya sadece kazanç gözüyle bakarsak, elimizde ne doğa kalır ne deniz.

Geleceği mi koruyacağız, betonarme bir anıyı mı?

Akdeniz, geçmişin değil geleceğin alanıdır. Onu yalnızca turistik kartpostallarla değil, sürdürülebilir politikalarla korumalıyız. Plastik kullanımını azaltmak, atık yönetimini ciddi biçimde reforme etmek, kıyı koruma yasalarını gerçek anlamda uygulamak şarttır. Bunun ötesinde, bir kültürel dönüşüm de gereklidir. Denizle bağ kuran bir bilinç, onu tüketen değil, yaşatan bir insan tipi gerekir.

Bugün caretta carettaları korumak sadece hayvanseverlik değil, dengeyi savunmaktır. Balıkçıları desteklemek yalnızca nostalji değil, ekonomik adalettir. Mikroplastik karşıtlığı yalnızca çevrecilerin işi değil, gelecek kuşakların yaşam hakkıdır.