Bu hafta vizyonun beklenen filmini değerlendirmeye çalışırken film vesilesiyle birkaç hususa da değinmek isterim.

Dan Brown kitaplarını bilenler bilir, bilmeyenler de pek bir şey kaybetmiş sayılmazlar. Heyecanlı, sürükleyici, aksiyon dozajı yüksek, bazı tarih bilgilerini veren ama ötesinde bir fikri ve ruhu olmayan eserlerdir. Tıpkı Inferno filminde olduğu gibi. Filmin ilk sahnesinden itibaren aksiyon, bulmaca, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan bir durumun filmin son anına kadar sürmesi ve son anda tüm düğümlerin çözülmesiyle biten bir Hollywood klasiği karşımızda. Elbette Tom Hanks filme güzel bir tat katıyor. Ama o kadar. Hafta sonu eğlencelik bir seyir isterseniz sinemaya gittiğinize pişman etmez. Çoluk çocuk için bir iki mahsurlu sahne dışında izlenir film.

Filmde beğendiğim birkaç şeyin altını çizmek isterim. Zaman zaman düşük bir tonda duyduğumuz müzikler filme lezzet katmış. Bir de tabi tarihi bilgiler, özellikle Dante hakkında duyduklarımız, bizi bir başka merak unsuruna yönlendirmesi açısından oldukça güzel.

Tabi filmin bir uyarlama senaryo olması dışında bu sefer İstanbul’da geçen sahnelerinin olması da hem Türkiye hem de Türk izleyicisi için önemli bir unsur. Zira bu kadar çok tanıtımı yapılan filmde İstanbul’u görmek -hem de tarihi eserlerinin içinde geçen bir macera dahilinde- oldukça iyi bir reklam demek. Fakat bu konuda da çok umutlu olmamak lazım. Zira İstanbul sahneleri beklediğimizden kısa olduğu gibi klişe Türkiye anlayışının aynen sergilendiği bir film olmuş. Bakış açısı aynı bakış açısı. Biz Batı için Doğu’nun başlangıcıyız. Burada bir saniye durup düşünmeliyiz. Ve öyle de olmalıyız diye devam etmeli cümle. Aslında hep düşündüğüm ve Batı’nın bakışını değiştirmek yerine biz kendimizi yanlış anlatmaktan artık vazgeçsek fikri.

Nasıl mı? Biraz açmaya çalışayım. Geçtiğimiz günlerde kaynağını tam hatırlamadığım ama gördüğümde âşık olduğum bir cümle vardı: Bizim şehirlerimiz masalların anlatıldığı değil yaşandığı şehirlerdir. Zoraki Batılı bir devlet imajı çizmek ve öyle davranmak zorundalığından vazgeçip kendimiz olmak ve bizi biz gibi anlatmalarını sağlamak gerek. Mimarimizden kopuk şehirlerimizin, estetikten yoksun sokaklarımızın anlatılacak bir tarafı yok. Şehirlerimizi güzelleştirmek ve güzelliklerimizi de en titiz şekilde korumak zorundayız. Ki bu şekilde biz olarak Batı’nın gözünde bir masal ülkesi olarak anlatılabilelim.

Ama bu kadarı da yetmez. Film çekmenin kolay olduğu, desteklendiği bir ülke de olmak gerek. Bir örnek olarak: Filmin sonunda bir sahnede birkaç saniye görünüyor İstanbul itfaiyesi. En yeni teknoloji bir itfaiye aracı ve birkaç personel. Daha iyi bir tanıtımı nasıl yapabilirsiniz? İstanbul’a dair filmde pek bir şey görmediğimizi söylesek de Yerebatan Sarnıcı kısmında hakkı verilmiş bir görsellik var. Bu kadar çok tarih ve gizemi birbirine bağlayan bir film içerisinde, bu görüntü özellikle terör saldırılarından çektiğimiz bir dönemde güzel bir reklam. Belki yetmez ama evet cümlesi buraya gelmeli.

Sinemanın büyük kitlelere etkisi düşünüldüğünde yapılan yatırımlar her daim büyük kazanca dönüşebilir. Yüz milyonlarca insanın izlediği bir filmde birkaç dakikanın bile çokça önemi var.

Turizmin son derece önemli bir gelir kaynağı olduğu ülkemizi sinema aracılığıyla tanıtmak çok önemli. Sinemacıları mekân kullanımları için yolunacak kaz görmek yerine mekânların tanıtımı için bir araç olarak görmeli ve bu şekilde çalışan bir Kültür Bakanlığı da devreye girmeli.

Sonuç olarak filme dönerek aklıma takılan bir başka meseleden bahsedip bitireyim. Filmde kötü adamların dünya nüfusunun büyük bir kesimini yok etmeyi planlarken savunduğu fikirler oldukça taraftar bulacak nitelikte. Üstelik fikrin filmin içinde öldüğünü göremiyoruz. Yani başka bir fikir tarafından yok edilmiş bir düşünce yok. Aklıma hemen takılıveriyor, kitlesel ölümleri masum mu gösteriyorlar yoksa? Başka bir üçkağıtçılığın, tehlikeli bir fikrin fitili bu aksiyon dolu filmde hissettirmeden ateş mi alıyor? İzleme şansınız olursa filme bir de burasından bakın derim.