Yehuda Ben-Yosef adında, kendini Kürt Yahudisi olarak tanımlayan bir kişi İsrail’deki Batı Kudüs belediye başkanlığı için adaylığını koymuş.

Görünürde hiçbir sorun yok. Nihayetinde bu kişi İsrail vatandaşı ve zaten 2018 yılındaki yerel seçimlerde belediye meclis üyesi olarak seçilmiş. Zira 1949-1952 yılları arasında Irak’tan getirilen ve bugün sayıları yaklaşık 200-300 bini bulan Kürt Yahudisinin çoğunluğu Batı Kudüs’te yaşıyor.

Batı Kudüs’teki Kürt Yahudisi bu topluluk doğal olarak kendilerinden biri olan, topluluklarına liderlik eden ve aynı zamanda İsrail-Kürdistan Dostluk Derneği’nin de başkanı olan Ben-Yosef’i destekliyor gibi gözüküyor. 

Buraya kadar her şey normal ancak Ben-Yosef ile ilgili olarak 9 Şubat’ta İsrail’deki Jerusalem Post gazetesinde yayınlanan bir yazıda söylenen şeyler, bölgedeki bazı ülkelerle birlikte bizi de ilgilendiriyor.

Yerel bir siyasetçinin, seçim öncesi seçmenin teveccühüne nail olmak için bazı iddialı sözler sarf etmesi anlaşılabilir ama Ben-Yosef’in, bu işi abartarak konuyu Yahudiler ve Kürtlerin kaderleri arasında bir ilişki kurmaya çalışarak; bu iki etnik grubun ortak çıkarları olduğu gibi düşmanlarının da ortak olduğu şeklindeki sözleri hem bir itiraf hem de bir meydan okuma mahiyetindedir.

Bir itiraf mahiyetindedir çünkü İsrail uzun zamandır bölgedeki Kürtlerle muhtelif ilişkiler kurmakta ancak bu ilişkilerin görünür olmasını arzu etmemektedir. Ben-Yosef’in sözleri bu ilişkiyi resmîleştirmiştir.  

Aslında İsrail’in Kürtlere yönelik ilgisi yeni değildir. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren Kuzey Irak’taki Kürt gruplarla yakın ilişkileri olmuştur. İsrail, bu grupları askerî, siyasi ve ekonomik olarak destekleyerek kurumsallaşmalarına yardımcı olmuş ve bunun karşılığında da kendilerinden bölgede gözleri-kulakları olmalarını talep etmiştir.

Hatta bu örtülü ilişkiler Saddam döneminde bile devam etmiş olup 2003 yılında Saddam devrilince ilişkilerin seviyesi de yükselmiştir.

İsrail’in işgalci güç ABD ile olan yakın ilişkileri nedeniyle; ABD’nin Kürtlere pozitif ayrımcılık yapması sağlandığı gibi, Kuzey Irak’ın özerk bir yapıya dönüşmesinde de İsrail’in katkısı olduğu değerlendirilmektedir.

İsrail’in desteğinin en somut göstergesi ise Kuzey Irak’ta 2017 yılında yapılan sözde Bağımsızlık Referandumunu destekleyen tek ülke olmasıdır.

Neyse biz tekrar Ben-Yosef’in söylediklerine dönelim.

Ben-Yosef’in söylediklerinden bazıları mevcut aşırı sağcı hatta radikal İsrail hükûmetinin kullandığı argümanların tekrarı olmakla birlikte, bazıları da hedef gösterme ve meydan okuma mahiyetindedir.

Misal vermek gerekirse; Ben-Yosef da radikal ve aşırı milliyetçi Yahudiler gibi “birleşik bir Kudüs” hayal ettiğini söylemekte ve bu sözlerle sadece kendi topluluğuna değil, tüm Batı Kudüslü muhafazakâr seçmene göz kırpmaktadır. Oysa Kudüs, doğu ve batı olarak ikiye bölünmüş durumdadır ve Doğu Kudüs, Filistin devletinin başkenti olarak kabul edilmektedir.

Batı Kudüs belediye seçimlerinde uzun zamandır sağ ve muhafazakâr partilerin desteklediği adaylar ipi göğüslemektedir. Buna mukabil 2018’deki seçimde kendisi de bir muhafazakâr olan Moshe Lion bağımsız aday olarak seçime girmiş ve kazanmıştı. Dolayısıyla Ben-Yosef de 27 Şubat’ta yapılacak seçimlerde benzer bir başarı sağlamayı hedefliyor olsa gerek.   

Ben-Yosef, 7 Ekim’den sonraki süreçte de aktif olarak görev almış bir siyasetçi. Avrupa, ABD ve Kanada’daki Kürt topluluklarıyla görüşmeler yaparak bu süreçte İsrail’e destek vermeleri için girişimlerde bulunmuş. Buralardaki Kürtlerin, Kürdistan ve İsrail bayraklarıyla İsrail’e destek gösterileri düzenlemelerini sağlamış. Hatta bu topluluk liderlerinden 21 tanesi İsrail’e verdikleri desteği göstermek üzere önümüzdeki aylarda İsrail’i ziyaret edeceklermiş.

“Eğer Kürtlere bir yurt verilmiş olsaydı Kürdistan İsrail’in ikinci Azerbaycan’ı olurdu. Aynı zamanda Müslüman dünyasındaki elçilerimiz de olurdu” diyen Ben-Yosef, Irak’taki pek çok Kürt’ün de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında gönüllü olarak yer almak istediklerini ancak Irak hükûmetinin vize engellemeleri nedeniyle bunu yapamadıklarını da ifade etmiştir. 

Ben-Yosef’in söylediklerinden en dikkat çekici olan ise Yahudilerle Kürtlerin düşmanlarının ortak olduğu şeklindeki sözleridir. Ortak düşmanlar olarak da Suriye, Irak, İran ve Türkiye’yi zikretmiştir.

Kürtlerin de aynı İsrail’in 75 yıl önce olduğu gibi bağımsızlık mücadelesi verdiğini söyleyen Ben-Yosef, İsrail’in Kürtlere yönelik tüm desteğine rağmen, zaman zaman çıkarları için Türkiye ile yakın ilişkiler kurmasının bu desteği gölgede bıraktığını da ifade etmektedir.

Yani Ben-Yosef’e göre, İsrail’in, düşmanı olarak gördüğü Türkiye ile ilişki kurması doğru bir tercih değildir.

Bu söylenenler İsrail devletinin resmî görüşü müdür bilinmez ama bu hâliyle sadece sözün sahibi olan Ben-Yosef’i bağlamaktadır. Ancak her hâlükârda, Türkiye’nin bırakın Yahudi düşmanı olmasını, Kürt düşmanı olarak gösterilmesi dahi asla kabul edilemez bir durumdur.

Zira Türkiye’de, İsrail’de olduğu gibi sadece Yahudi olanları önceleyen ve diğer tüm unsurları ikinci plana iten hatta yok sayan “Yahudi ulus devlet yasası” gibi bir kanuni düzenleme yoktur. Hakeza Kürtler de diğer tüm etnik ve dinî unsurlar gibi Türkiye’nin eşit vatandaşlarıdır.

Buna rağmen Türkiye’yi Kürtlerin ve de Yahudilerin düşmanıymış gibi göstermek en basit tabirle haddini aşan küstah bir tanımlamadır. Aynı zamanda Türkiye’nin birlik ve beraberliğini bozmaya, nifak sokmaya yönelik bir eylemdir.

Ayrıca bu sözlerin zamanlaması da manidardır. Keza Türkiye, İsrail’in 7 Ekim’den sonra Gazze’de işlediği soykırım suçu nedeniyle ağır eleştiriler getirmiş ve Hamas’ı da bir terör örgütü olarak görmediğini açıkça beyan etmiştir.

Ancak Türkiye’nin bu insani tutumu İsrail cephesinde farklı algılanmış ve hükûmete yakın cenahtan “Türkiye’ye bedel ödettirilmeli” şeklindeki açıklamalar yükselmiştir. Bu bedelin ne olduğu zikredilmemiştir ama Türkiye’nin Gazze’yle ilgilenmemesini temin etmeye matuf bir şeyler olduğu muhakkaktır.

İşte tam da böyle bir dönemde, kendini Kürt Yahudisi olarak tanımlayan Ben-Yosef gibi yerel bir siyasetçinin; Suriye, Irak ve İran’ın yanı sıra Türkiye’yi de Yahudiler ile Kürtlerin ortak düşmanı olarak sayması, bahse konu bedel ödettirilmesi niyetinin bir parçası olarak algılanmaktadır.

Son günlerde yaşadığımız; DEAŞ menşeli kilise saldırısı ve bazı meczuplar tarafından bir camiye yapılan saldırıdan sonra diğer bir terör örgütü olan DHKP-C tarafından gerçekleştirilen saldırılar da göz önünde bulundurunca; Türkiye’ye yönelik bir kumpasın hayata geçirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.

Ancak Türkiye 15 Temmuz’dan önceki Türkiye değildir. Bunu dost-düşman herkesin bilmesi ve adımını ona göre atması lazımdır. Zira Türkiye bu gibi alçak saldırıları önleyecek ve bunları planlayanları, bu planları uygulayanları ve bundan medet umanları bulup gereğini yapacak güç ve kudrettedir.

Artık gerisini Türkiye’ye düşmanlık besleyenler düşünsün…