“Dağ olmayan yerden ozan çıkmaz” demişti ünlü bir şair.

Elbette dağların ‘sanat’ ve ‘ilham’ için bir garanti olduğunu kast etmiyordu. Dağ ile arasındaki içsel bağ ile şair, söze konu yüksek tepeleri yüceltirken; insanları daha vicdanlı yaptığını, aşırılıklardan uzaklaştırdığını, ölçülü tuttuğunu tarif ediyordu.

‘Dağ olmayan yerden sanatçı çıkabilirdi’ tabii ki; fakat eğimli, hâkim toprakların eteğinde yetişmiş hiçbir insanın, daha sonra kendisini kaybetmeyeceğini, hafızasının köşesinde ‘taşkınlık’ olamayacağını, gönlünün kıyısında mutlaka ‘tevazu’ kalacağını izah etmişti belki de.

Dağ ‘çileyi’ temsil ediyordu.

Çile çeken de çile çektirmezdi.

Çünkü hırsların yerini duygular alırdı dağ eteklerinde.

*

‘İnsanlar, ölüm karşısında bile durup düşünmüyorlar’ diye bir iç muhakeme yaparsın, dorukların heybeti önünde… Kendine çeki düzen verir ve hiçliğini anlarsın dağ gölgesinde. Alçak gönüllülükten nasipsizlerin akıllarının başında olmadığına hükmeder, kimsenin kendisine temel birkaç soruyu sormadığını heybetli yüksekliklere bakarken anlarsın, derin bir hayret içinde.

“Ben niye yaşıyorum? ‘Dünya’ denilen bu yerde ne arıyorum? Dün, yani doğum öncesi neredeydim? Ya, yarın; ölüm sonrası nerede olacağım?” soruları ile baş edemezken; insanların efelenmesi, diklenmesi, meydan okuması, dağlara sırtını dönmekten gibi geliyor bana.

Dağ karşısındaki “hesaplaşma” ile yaşamak kolay değildir. ‘Göç’ belki biraz da bundandır. Geldikleri yerde, ‘daha iyi’ hayatları vardı kim bilir de; ama yine metropoller, büyük şehirlere göçüyordu insanlar. Dişleriyle, tırnaklarıyla tutunmaya çalışıyorlardı. Çünkü cazibe vardı, “hakikat” değil. Balık arayanların, dağ başında ne işleri olabilir ki?

*

Kapılarında silahlı güvenlikçilerin beklediği, yüksek duvarlar arkasındaki pahalı arabaların, villaların, lüks restoranların, sinemaların reklam ışıklarının, televizyon programlarının, piyango çekilişlerinin, trafik keşmekeşinin ve bütün bunlarla aynı çağda yaşamanın dayanılmaz cazibesinin peşindeki insanlar, dağların heybetli ağırlığı altında ezilmekten kaçıyordu belki de. Açlıktan mideleri kazınsa da televizyonda gösterilenler ile aynı çağda yaşıyor olmak, onlara gerçekleri unutturuyordu. Hayaller susuzluğu gideriyor, hayaller tatmin ediyordu.

Ama kendinden ‘kuşku’ duymayan kişinin ne değeri olabilirdi ki?

*

Bir de dağın ardına bakınca görülenler var. Misal, bazen bir köyün yakınından geçerken; bir evin bacasından duman yükseliyorsa, senin yüreğin yanardı. “Yuva sıcaklığını” tasvir eden duman, dağların eteğindeki ‘aile’ boşluğunu hareketlendirirdi. Gökyüzü ile yeryüzü arası mesafeyi kapatan bir dağdaysan eğer, kendi kendine diyordun ki: “Acaba hangi yemeği pişirdiler, sofralarında ne var?”

Ama gidemiyordun işte! Uzaktır çünkü dağlar, ulaşılmaz.

Yani şair haklıydı.

Dağ, fark ettirmeden insanlarını da yüceltirdi kendisi gibi.

Dağ mahrumları ise her an haddi aşmaya yakın olurdu.

Dağ olmayan yerden sanatçı çıkmazdı.