Bundan tam 101 yıl önce bu milletin evlatları, bir varoluş mücadelesini daha alnın akıyla vermişti. Son Osmanlılar, Allah’ın kendilerine vatan olarak bahşettiği toprakları savunmak için, yine O’nun rızası adına cihad etmişti. O gün devleti yönetenlerin aldıkları savaş kararı ve uyguladıkları savaş taktikleri, işin ehli tarafından “nasıl daha az şehit veririz?” kaygısıyla ele alınmış ve düşülen şerhlerle birlikte sonuna kadar desteklenmişti. Müslüman halk ise “gavurun nâmahrem eli mabede değmesin” diye tüfeğini omzuna asmış ve yüzünü cepheye çevirmişti. Neticede -bedeli ağır da olsa- gavurun nâmahrem eli mabede değmeden kırılmıştı. Gavurun aklının tekrar başına gelmesi ve kendisine karşı tüfek tutan abdestli ellerin mahremiyetinin ifsadı ile ilgili gizli-açık bir çok işlere girişmesi o günlerin eseridir.

Çanakkale savaşında, ecdâda karşı savaşan orduya; Ermenisinden Yahudisine, Frasızından İngilizine, İtalyanından Rumuna birçok milletten işgalci asker katıldı. Ancak itilaf devletleri ordusunda yer alan ibretlik iki grup askeri birlik vardı. Bunlardan birincisi dönemin İngiltere devletinin kendi sömürgelerinden toplayıp getirdiği “Anzak” birlikleri. (Australian and New Zealand Army Corps, kısaca ANZAC ) Diğeri ise yine İngilizler başta olmak üzere, Fransız ve İtalyan ordularında bulunan Afrika’dan ve diğer bölgelerden getirilen Müslüman birlikler. Anzakların ne kadar gözükara savaştıkları, taraflı-tarafsız savaş anılarında bolca anlatılır. Sömürgelerden toplanan Müslüman askerler de “şehit” olma arzusuyla İngiliz tüfeğine sarılmıştır.

Gerek Anzaklar gerekse Müslüman birlikler, diğerlerinden farklı olarak savaşın başından sonuna kadar sömürgeci güçler tarafından çok çeşitli vaatler ve yalanlarla kandırılmışlardı. Anzaklar, Dünyanın bir ucundan gelip daha önce hiç tanımadıkları insanlarla ölümüne savaşmış, nasıl bir planın parçası olduklarını ise savaş bitince ve binlerce kayıp verince anlamışlardı. Osmanlı ordusuna karşı eline silah alan diğer Müslüman askerleri “gaflet uykularından uyandıran” şey ise, duydukları ezan sesi ve gördükleri camilerin minareleriydi. Bu iki grup dışında kalan düşman ordusunun büyük çoğunluğu için durum düpedüz alçaklıktı. Çünkü onlar, dar’ül-İslam topraklarına, bile isteye hücum edip “Hasta Adamı” yatağında öldürmeye azmetmişlerdi.

Bu milletin ecdâdı Çanakkale’de; gerek kandırılmış Anzaklara, gerekse vatanına kastetme cüretini göstermiş alçaklara karşı destansı bir cihad verdi. Tarihin tekerrür etmekten imtina etmediğine defaatle şahit olmuş bu toprakların şühedâ ecdâdının ahfâdı, Çanakkale’nin bir mekân ismi olmadığını anlamış; sinesindeki lügatinde, Çanakkale kelimesinin karşısına “Gavura karşı vatanın savunulduğu her yer”  diye, yazmıştı.

Tarih bize göstermiştir ki, bu millete karşı yapılan alçakça hücumlara ve oyunlara karşı alınacak tedbirler bellidir ve nafile de değildir. Bununla beraber Müslüman yürekler, abdestli ellerin sarıldığı silahların adaletten ve cesaretten geri durmamaları için dua etmelidir. Anzakların aymazlıklarına karşı yapılacak şey ise, bildiğimiz her dilde tebliğdir. Son nefeslerini tüketip de heder olmadan önce “haklılığımızı” onlara haber vermektir.

Bu millete silah doğrultacak kadar kendi özünden uzaklaşmış “Müslümanlar” için yapılacak şey ise en kolay olanı: Ezanların sesini kısmayıp yükseltmeli. Memleketin kurşun atılan beldelerinde ortaya çıkan cami manzaralarını, hendeğin arkasına uzanma niyetinde olan Müslüman her bir nefere göstermeli. Umulur ki; imanları, onları muhasebe yapmaya sevk edecek ve kendilerine getirecektir. Aksi takdirde tarih, Osmanlı’ya karşı savaşan Senegalli askerlerin pişmanlık hikâyelerini bir daha kayda geçecektir.

Sen şimdi “İyi, güzel de; ölüyoruz be kardeşim!” diyeceksin.

İyi, güzel de; sen  “hiç ölmeyeceğimizi” mi zannetmiştin?

(Bu vesileyle, Allah’ın rızasını arzulayarak şehit düşmüş cümle şühedâya ve husûsen Çanakkale’de şehâdet mertebesine erenlere, makamlarının mübarek olmasını Yüce Mevlâ’dan niyaz ederim.)