Müzik, insanlık tarihi kadar eski bir ifade biçimi. Ateşin başında ritim tutarak anlatılan efsanelerden bugünün dijital stüdyo kayıtlarına kadar müzik, duyguların, kimliğin ve zamanın aynası oldu. Ancak müziğin toplumsal rolü, yalnızca bir eğlence unsuru olmaktan çok daha fazlasını ifade eder. O, bir dönem ruhunun taşıyıcısı, bir isyanın sesi, bir sevdanın hikâyesidir. Her melodi, ait olduğu dönemin sosyo-kültürel kodlarını yansıtır.

60’ların protest şarkıları, 80’lerin synth-pop estetiği, 90’ların grunge çığlığı ya da bugünün lofi beats’leri... Hepsi, hem bireysel hem de kolektif duyguların yankılandığı notalardır. Müzik; savaşlara, aşklara, göçlere, umutlara ve düş kırıklıklarına eşlik eder. Bu nedenle “zamanın ruhunu” anlamak için müziğe kulak vermek gerekir.

Teknolojik gelişmeler, müziği üretme ve dinleme biçimimizi de kökten değiştirdi. Eskiden plakla dinlediğimiz bir parçaya ulaşmak için çaba gerekirdi; şimdi ise bir arama çubuğu her şeyi önümüze seriyor. Bu kolaylık, erişimi artırsa da bazı değerleri yitirmemize de neden oldu. Albüm kültürü, bütünsel hikâye anlatımı gibi müzikle kurulan derin bağlar yerini daha hızlı ve yüzeysel tüketime bıraktı.

Ancak hâlâ müzikle kurduğumuz bağ, duygusal bir bağ. Bir şarkı, geçmişteki bir anıyı hatırlatır, bir başka melodi moral kaynağı olur, bazen de bir tını bizi kendi iç dünyamıza çeker. Müzik, zamansız bir terapidir. Ruh hâlini anlatır, hatta bazen bizim bile adlandıramadığımız duygulara tercüman olur.

Müzik dinlemek, aslında yaşamla ritmik bir uyum kurmaktır. Kalbin attığı gibi, melodiler de akar. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş... Kimi zaman umutla dolu, kimi zaman hüzünle. Ancak her zaman bizimle, bizim için ve bizim içimizden gelir.