Köyün usta marangozu: Ali usta. Herkesin kapısı, penceresi elinden geçmiş. 50 sene evvel elleriyle yaptığı ahşap ev hâlâ ayakta. Evin inşasını, marangozluk günlerini sorunca heyecanla anlatmakla kalmıyor; bir anda kaldırıp küçük atölyesini ve marangozluk takımlarını göstermek üzere götürüyor beni.
Yaklaşık 3 yıldır niyetlendiğim ve fakat bir türlü imkan bulup da gidemediğim Fatsa’ya doğru nihayet yola çıkıyoruz. Sivas’ın ardından Tokat’a, Çamlıbel civarına gelince Karadeniz esintileri karşılıyor bizi yol boyunca. Yemyeşil çam ormanlarının arasından geçerek, Niksar üzerinden eski Akkuş yolunu takiben Fatsa’ya doğru yol alıyoruz.
Yol, yolculuk tefekkür için büyük bir imkandır kanımca. Hele hele böylesine Allah (c.c.) sanatının konuştuğu yerleri temaşa ederek yol almak, derin düşüncelere salar sizi. Kendinizi alamazsınız. İbrete şayan bir haldir bu. Kendinize, özünüze dönersiniz. Af dilersiniz Allah’tan (c.c.), yeni hedeflerinizi belirler, ayrıntılarını kafanızda netleştirir yine dua edersiniz. Biz de öyle yapıyoruz karınca kararınca.
Yol bitiyor, Fatsa’ya ulaşıyoruz; azıcık daha yolumuz var ama. Nihayet Gölköy’e ulaşıyoruz. Fatsa’nın Gölköy’ü aman karıştırılmasın. Göl yok burada. Adını taşıyan gölün hikayesi ise ilginç. Bakımsız kalan göl, sıtma hastalıklarına sebep olunca yedi köy bir olmuş gölün suyu için su yolu açıp tahliye etmişler. Böylece hastalıktan kurtulmuşlar ama göl de kalmamış ortada. Gölün adı var kendisi yok anlayacağınız.
Gözünüzün alabildiğine yeşil burası. Genellikle fındık bahçeleri yeşilliği oluşturan. Biraz da mısır ve fasulye. Ağaçlar, tabii örtü zaten yeşil olduğu için, yeşile kavuşmak için özel bir çabaya lüzum yok. Dağlar, düzlük alanlar, vadiler yeşil ötesi. Gözünüz yeşile doyuyor burada, gönlünüz dinleniyor.
Fatsa merkeze yaklaşık 20 km uzaklıkta olduğu için nem oranı noktasında denizden gelen etki büyük ölçüde azalmış. Bu da daha fazla temiz hava, daha fazla oksijen demek. Sadece gördükleriniz değil işittikleriniz de başka iklimlere götürüyor. Ömrümde duymadığım kuş ve böcek sesleri işitiyorum, ufkum açılıyor sanki. Tatma duyusundan bahsetmekse hiç işime gelmiyor. Fasulye yedik bol bol, pancar, pazı.. Benim gibi et-bulgur uyumunun üzerine kurulmuş yemek kültürüne sahip bir Elazizli için buralar oldukça çetin imtihanlarla doluydu. Neyse ki atlattık.
Dikkatimi çeken şeylerden biri burada yaşayanların ‘harman’ dediği, fındıkların toplandıktan sonra serilmek üzere evlerin önüne ayılmış alanlar. Hepsi doğal çim. Evlerin önündeki boşluklar, dağlara tepelere yerleştirilmiş bu geniş yerlere daha bir ferahlık katmış. Tabi fındık, senenin belli ayları toplandığı için özellikle yazın, burası çoluk çocuk herkesin rahatlıkla dinlenebileceği bahçecikler olarak kullanılıyor. Her evin önü, kalkar kalkmak yüzünüzü yıkayabileceğiniz çeşmenin yanı başında kahvaltı yapabileceğiniz doğal piknik alanları gibi. Karadenizlilerin memleketlerine neden bu kadar düşkün oldukları hemen anlaşılıyor. Mesele sadece fındık, çay değil belli ki. Sevilmeyecek gibi değil Karadeniz. Bilhassa metropollerde yaşayanların terk etmeye kıyamadıkları, bir gözlerinin daima burada olduklarına şahit olmayanımız yoktur. Haklılar.
Geziden muradımız sılayı rahim. Eş durumundan Fatsalılık var serde. Her ne kadar geç kalınmış bir ziyaret de olsa gönüllerini almak zor olmuyor dedelerin, annelerin. Kendimi şanslı hissediyorum buraya gelince. Dedelerinden birini henüz bebek sayılacak yaşta kaybetmiş, ötekini annesi henüz küçükken yitirmiş biri olarak, daha iki yaşını doldurmamış oğlumun, 4 öz dedesiyle vakit geçirmesine gıpta ile bakıyorum. 2’si burada yaşıyor dedelerin. Hanımın iki dedesi de sağ. Allah uzun ömür versin. Ahmet Yasir’in de öyle; şu durumda 4 öz dedesi ile fotoğraf çektiren bir mutlu çocuk olarak ona hem imreniyorum hem de onun bu nasibini kendi hesabıma kaydederek ben de mutlu oluyorum.
Büyük dedenin evindeyiz. 77 yaşında Ali dede. Hâlâ dimdik ayakta. Fındık topluyor, her fırsatta memleketi dolaşıyor. “Zamanında çok çalışmış” diyemiyoruz zira hala uğraşıyor Ali dede. Becerikli bir adam. Köyün usta marangozu: Ali usta. Herkesin kapısı, penceresi elinden geçmiş. Yaklaşık 50 sene evvel elleriyle yaptığı ahşap ev hâlâ kullanılıyor. Evin inşasını, marangozluk günlerini sorunca heyecanla anlatmakla kalmıyor; bir anda kaldırıp küçük atölyesini ve marangozluk takımlarını göstermek üzere götürüyor beni. Ev, şu ilkokulda, resim derslerinde çizilenlerinkinden farksız. Pencereleri, dışarıdan görünüşü nasıl hayal ediyorsanız öyle. Aklınıza gelen ilk resim evet. 10 basamak yok yerden yüksekliği. Tek katlı şirin bir hane burası. Evin bulunduğu konum da diğerlerine nazaran daha güzel, çünkü burası son evi köyün. Aracınızla buraya geldiyseniz buradan öteye yol yok. Yani Ali dedenin evine gelmişseniz “geçerken” diye başlayan bir cümle kuramıyorsunuz. Harika bir ev. Her bir penceresinde tam 8 camın bulunduğu bu evi Ali usta, ince eleyip sık dokuyarak yapmış.
Gelelim babaanneye. Edep abidesi bir kadın. Ali dededen daha yaşlı. Artık zar zor yürüyor Hacer anne. Sürekli ağzında dua, sürekli. Dedenin sık sık yaptığı iltifatlara karşı, kendi lisan-ı haliyle ikazda bulunurken gözleri yerde. Dede de bakıyor bu iş eğlenceli, daha fazla iltifata boğuyor nineyi. Sonra yine aynı çocuk mahcubiyeti, aynı edep içre haller.
Burasını kıymetli kılan anasırın biri de Ali dede ile Hacer ninenin ayda bir beraber indirdikleri hatim. Evet, her gün Ali dede davudi sesiyle Kur’an tilavet ediyor. Hacer nine de çoğu kez beyinin omzuna başını yaslayıp onu dinleyerek hatim indirmiş oluyor. Her ay bir hatim. Allah herkese nasip etsin. Hanelerini Kur’an ile bereketlendiren insanların öyküleri dinlemeye doyamayacağınız kadar ziyade. Ne güzel insanlar.
Ramazan Bayramına uyanıyoruz. Bir telaş namaza yetişmek için acele ediyor büyükler. Camiye ulaştığımızda bayram vaazı sürüyor. Sonra muhtar alıyor sözü köyün ihtiyaçlarından söz ederek yardım talebinde bulunuyor. Namazlar eda edildikten sonra camiden çıkan herkes caminin önünde, avlu diyebileceğimiz alanda toplanıyor. Halka oluşuyor bilaistisna herkes birbiriyle bayramlaşıyor. Tam “bitti” diyorsunuz bir ses yükseliyor “biiir” sonra arkası geliyor. Meğer burada adetmiş. O bayram kaç erkek varsa askeri usul sayılır ve tespit edilirmiş. Ben de katılıyorum bu sayma kervanına; sıra bana geldiğinde “yetmiş iki” diyorum. 103 kişi var bu bayramda Gölköy’de. Mubarek olsun.
Ali dede köyün en yaşlısı olunca gelenler önce ve akın akın burayı tercih ediyorlar. Bize de iş düşüyor haliyle. Hem tanışıyoruz uzaktan yakından gelenlerle, hem de bin bir titizlikle hazırlanan yiyecekleri ikram ediyoruz. Misafire hizmet sünnettir. Tanışma faslında, zaman zaman aşırı alaka ile karşılaşıyoruz. Anlatıyoruz, dinliyorlar bazen beğenmiyorlar bazen dikkatler bir an olsun dağılmadan dinliyorlar…
Bayram, Cuma gününe denk gelince öğlen vaktine doğru namazı eda niyetiyle Fatsa civarının önemli merkezlerinden biri sayılabilecek İslamdağ beldesine gidiyoruz diğer ismiyle Çatak’a. İslamdağ Kur’an Kursu ve mescidi var burada. Emek verilerek çok güzel bir şekilde inşa edilmiş. Halil Hocaefendi diye bir zat geçmiş buralardan. Hocaefendi tıpkı Anadolu’nun dört bir köşesindeki erenler gibi buraları ihyaya çabalamış ömrünce. Onun ismi verilmiş kursa ve mescide. Bayram gelmiş büyükler ihmal edilmemeli haliyle. Diğer dedeye nam-ı diğer Musa Hoca’ya gidiyoruz. Musa dede de merhum Halil Tatlıgül Hocaefendinin talebelerinden. Nakşi meşrep bildiğim kadarıyla. Yüzüne baktığınızda “Ehl-i hâl olmak herhalde böyle bir şey” diye iç geçirdiğiniz emekli bir imam Musa dede. “İbadetin emekliliği olmaz, hizmet süremiz bitti” diyor. Ömrünü ibadete, okumaya, yazmaya ve anlatmaya vakfetmiş. Evlatlarından merhum kayınvalidemden biliyorum şahs-ı İslamisini; Allah rahmet etsin. Civarın hürmetinden anlaşılıyor tesiri. İslam içre bir hayat Musa dedeninki: gerekmedikçe dünyalık konuşmaz, Allah kelamını dilinden düşürmez, yaşaması nasihat gibi. Allah (c.c.) ömrünü bereketli kılsın.
Musa dedenin evinde ilgimi çeken bir başka şeye rastlıyorum. Rica ediyorum dededen, sükun içinde alıyor getiriyor. Bir ajanda bu. 90’lı yıllardan beri not tutmuş dede. Tarihe not düşmüş esasen. Refah Partisi logolu bir ajanda. Dünyadan ve Türkiye’den siyasi, toplumsal meselelere ilişkin, özellikle İslam’a mugayir ne varsa küçük küçük not edilmiş. “Bak” diyor “Demirel ne demiş: ben varken bu ülkeye şeriat gelmez” Merhum Erbakan Hoca’yı rahmetle anıyor daima. Not tutarken sayfaların ortalarında bulunan logonun çevresinden akmış yazılar. Refah logosu üzerine yazılmamaya özen gösterilmiş. Birkaç fotoğraf alıyorum izniyle.
Fatsa’ya gelince; burası tam bir kent havasında. Bir ilçede olduğunuzu hissettirecek herhangi bir emare yok gibi. Gelişmiş, giderek de gelişiyor. Yanı başındaki Ünye’den çok daha hızlı ve nitelikli bir şekilde. Bu net olarak görülüyor.
Evet, buralar cenneti düşlemek için, duaları artırmak için görülesi yerler. Fatsa’da geçirdiğim zamanlarda kapıldığım hissiyat bu. Bir de –imkanlar dahilinde- senenin belli zamanları buralara gelip 10-15 gün de olsa bol bol okuma yapmak ve yazmak için söz veriyorum kendime. Manzara, ihlas ve tefekkür için yaratılmış Fatsa. Ne güzelsin.