Evvele selam, ahire selam, zâhire selam, batine selam. Milleti ve devleti için yola düşenlere, yarınlarımız için çarpan yüreklere, tarih sevdalılarına, İstanbul için çarpan gönüllere, Ayasofya’nın heyecanı ile heyecanlananlara Esselam… Selamların en güzeli olan Allah’ın selamı üzerimize olsun.

Yeni güne ulaşanlara selam, ulaştıran Rabbime hamdolsun…

Merhaba, kıymetli dostlar;

Her hafta olduğu gibi bu hafta da farklı hikâyelerle farklı mekânlarda sizlerle buluşmaya devam ediyoruz. Bugün iki cami ziyaret edeceğiz. Önce Ayasofya Camii’ne ardından da Sultanahmet Meydanı’ndan Kadırga’ya doğru inen Şehit Mehmet Paşa yokuşu üzerinde yer alan Sokullu Mehmet Paşa Camii’ne giderek iki farklı hikâyeye eşlik edeceğiz.

Tarihimizin önemli yapılarından biri olan, birbirinden farklı efsane ve hikâyeye ev sahipliği yapan, binlerce yıllık geçmişi ile çağlara meydan okuyan Ayasofya Camii’nin birçok farklı özelliğini bundan önce yazdığımız yazılarda işlemiştik. Bugün yine sizlerle Ayasofya Camii çıkış kapısında çıkarken hemen sol tarafta dış narteks ana giriş kapısının sağındaki duvarda yer alan çok nadide bir parçayı göreceğiz. Osmanlı Devleti’nin 19 yüzyıl ortalarından kalma en yeni mozaiğini yani Osmanlı Devleti’nin ilk ve tek mozaiğini konuşacağız.

Fethin sembolü Ayasofya

Ayasofya İstanbul’un Fethi’nin sembolü olmasından dolayı Müslümanlar için manevi bir öneme sahip olmasının yanında sanat dünyası açısından da oldukça önemlidir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. Günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından yaptırılmıştır. 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır. Kaynaklarda, Ayasofya’nın açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, “Tanrım bana böyle bir ibadet yeri yapabilme fırsatı sağladığın için şükürler olsun” dedikten sonra, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedini kastederek “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdığı geçer.

Ayasofya, Fatih Sultan Muhammed Han’ın 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiş, fetihten hemen sonra güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür. 1 Şubat 1935’te Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiştir. 1936 tarihli tapu senedine göre, Ayasofya “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmet Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” adına tapuludur.

Kutlu fethin sembolü olan ve 1935’ten beri asli vazifeni ifa edemeyen, ifa etmesi için dualar ettiğimiz Ayasofya, çok yakın bir zamana kadar Bizans ve Osmanlı eserlerinin iç içe yaşadığı bir müze durumunda idi. Çok şükür, 24 Temmuz 2020 Cuma günü kılınan cuma namazı ile artık tekrar aslına döndürülmüştür.

Asırlara meydan okuyan bu haşmetli yapının Roma dönemine ait belki de en can alıcı ve akılda kalıcı noktalarından biri de çeşitli noktalarına özenle yapılmış olan, her biri ayrı bir hikâyeyi tasvir eden mozaik eserleridir. Bunların yanı sıra özellikle Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yapılan ve her biri 7,5 metre çapındaki hat levhalar başta olmak üzere Osmanlı hat sanatının da neredeyse en güzel örneklerini yine Ayasofya’da görüyoruz. Sadece bu yönüyle bile Osmanlı ve Roma kültür sanat anlayışının bir aradalığının muhteşem bir örneğini gösterir bize Ayasofya…

Osmanlı’nın ilk ve tek mozaiği

Ayasofya’nın içerisinde diğerlerinden çok farklı bir mozaik var. Bu mozaik Osmanlı – Roma kültür sanat birlikteliğini çok farklı bir boyuta taşıyor. Şayet Ayasofya’ya gitmiş ve hemen girişte dış narteks ana giriş kapısının sağındaki duvarda bulunan, birçok kişinin gözden kaçırdığı bu mozaiği gözden kaçırmamışsanız oldukça şanslısınız, çünkü Osmanlı Devleti’ne ait bilinen tek mozaik bu.

Bir Osmanlı sultanının tuğrasının, Roma usulü mozaik sanatı ile işlenmesinin Osmanlı tarihindeki ilk ve tek örneği olan bu mozaiğinde Ayasofya’daki diğer tüm mozaiklerin olduğu gibi bir hikâyesi var…

Sultan Abdülmecid Han 1847-1849 yılları arası yapılan Ayasofya tamiratına her zamanki isimleri değil de, İsviçreli mimar Fossati’yi tercih etmiştir. Sultan tarafından görevlendirilen Fossati’nin tamiratı sırasında Bizans dönemine ait üstü kapatılmış mozaikler, Sultan’ın hayli ilgisini çekmiş ve mozaiklerin tamamının bulunmasını emretmiştir. Öyle ki, Sultan Abdülmecid Han tamirat hakkında bilgi almaya geldiğinde ortaya çıkan mozaiklerin hikâyesini ve kimleri resmettiğini de sürekli sormuştur.

Hal böyle olunca da, yenileme çalışmalarını idare eden İsviçreli mimar Fossati, tamirat sırasında yoğun muhabbette bulunduğu ve mozaiklere olan ilgisini paylaştığı sultana bir hediyede bulunmak istemiş. Mimar Fossati, bu şekilde Sultan Abdülmecid’in portresini mozaik olarak yaptıramayacağı için, daha farklı bir yol izlemiş. Restorasyon sırasında dökülmüş olan mozaik taşlarını bir araya getirip, tamirat için yanında getirttiği İtalyan mozaik ustası Lanzoni’ye bu taşları yuvarlak bir levha üzerine sultanın tuğrası şeklinde işletmiş ve Sultan Abdülmecid’e hediye etmiştir.

Tuğra bilindiği kadarıyla yapıldığı dönemde hiçbir zaman sergilenmemiştir. Hatta bu ilginç eserin varlığından dahi yıllarca habersizdik. Ancak çok yakın bir zamanda Topkapı Sarayı’nda tesadüf eseri keşfedildikten sonra oradan alınarak asıl yeri olan Ayasofya’ya aktarılmıştır. İşte bu benzersiz mozaik şimdilerde Ayasofya’da, ait olduğu yerde ziyaretçilerin görmesi için, dış narteks ana giriş kapısının sağındaki duvarda sizlerin ziyaretini beklemekte.

Cennet taşı: Hacerü’l Esved

Hacerü’l Esved’in tarihine baktığımızda Hz. İbrahim (as) ve oğlu İsmail (as) tarafından inşa edilen yeryüzünün ilk mabedi Kâbe’nin tarihiyle paralellik gösterdiğini görürüz. Allah (cc) Hz. İbrahim’e insanların ibadet edecekleri bir mescit yapmasını emrettiğinde Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail Kâbe’nin temellerini attılar. (el-Bakara, 2/127) Tarihî kaynaklar Hacerü’l Esved’in de buraya Hz. İbrahim döneminde O’nun tarafından konduğunu kaydeder. Taşın nereden ve nasıl getirildiği hususunda değişik rivayetler vardır. Mekke’nin yakınında olan Ebû Kubeys dağından getirildiğine dair inancın yanında, bir Hadîs-i Şerifte Hz. Peygamber’in “Hacerü’l Esved cennettendir” buyurduğunu nakledilir. Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’den sonra birçok milletlerin kontrolüne geçti ve çeşitli defalar tahrip olup tekrar tekrar inşa ve imar edildi.

Hz. Peygamber’in (sas) Hacerü’l Esved’i öptüğü, ayrıca Vedâ Haccı’nda hasta olduğu bir sırada devesinden inmeden tavâf sırasında değneğiyle ona dokunduğu; bir başka zaman da eliyle selâm verdiği rivayet edilmektedir. Hz. Ömer bir haccında Hacerü’l Esved’e yaklaşıp öpmüş ve şöyle demişti: “Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve faydası olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resûlullah öpmemiş olsaydı seni asla öpmezdim” demiştir.

Batılıların iddia ettikleri gibi Hacerü’l Esved’i öpmek puta tapıcı Araplar’dan Müslümanlar’a geçen bir miras değil bir saygı ifadesidir; Hz. Peygamber’in (sas) sünnetine uymadır. Bu sebeple Hz. İbrahim’den bu yana özenle korunan bu taş Müslümanlar arasında önemli bir yere sahiptir.

İstanbul’daki Hacerü’l Esved taşları

Kâbe’nin inşası sırasında Ebu Kubeys Dağı’ndan getirilen, Efendimiz Hz. Muhammed’in (sas) elleriyle yerine koyduğunu cennetten indiğine inanılan Hacerü’l Esved taşından zaman içinde kopan parçalar, Osmanlı Devleti döneminde Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a getirilmiştir. Rivayete göre, Mimar Sinan, 10 cm büyüklüğündeki siyah ve parlak parçalardan 4’ünü, Sultanahmet Meydanı’ndan Kadırga’ya doğru inen Küçük Ayasofya Mahallesi Şehit Mehmet Paşa yokuşuna 1571 yılında Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa adına eşi Sultan II. Selim’in kızı Esmehan Sultan tarafından yaptırılan Sokullu Mehmet Paşa Camii’ne koymuştur.

Cami, Sultanahmet Meydanı’ndan Kadırga’ya inen yo­lun üzerinde, oldukça eğimli bir mevkide ve Bizans Devrinin Aya Anastasia Kilisesi­’nin bulunduğu yerde inşa olunmuştur. Dış Avlusu olmayan ca­miin iç avlusuna Kuzey Kapısından merdi­venlerle girilir. Bu avlunun üç tarafı revaklar ve bunların gerisinde yer alan üzer­leri Kubbeli 16 medrese odası ile kuşatıl­mıştır. Merdivenle çıkılan girişin üze­rindeki dershane ile yan girişlerdeki müez­zin ve kayyım odaları bu avluya değişik bir hava vermektedir. Ayrıca avlunun ortasın­da, sütun ve mermer şebekeleri sanatkârane işlenmiş, kubbeli bir şadırvan bulunmaktadır.

Cami dikdörtgene yakın bir plâna sahiptir. Son cemaat yeri, gayet güzel mermer sütunlar ve sivri kemerlerle birbirine bağlanmış, üzerleri kubbeli çok güzel yedi bölümden ibarettir. Yuvarlak kemerli portalin üzerinde ise sülüs hatlı kapı kitabesi yer almaktadır.

Kubbenin yanlara açılmasını önlemek amacıyla ca­miin dışına, her ayağın üzerine bir ağırlık kulesi oturtulmuş ve köşelere birer yarım kubbe eklenmiştir. Mihrap ve minber taş işçiliğine güzel bir örnektir. Ayrıca minbe­rin külahı çinilerle kaplanmıştır. Caminin kemerlere kadar İznik çinileri ile kaplı mihrap duvarı Türk çini sanatı­nın en önemli örneklerindendir. Caminin kalem işleri de oldukça zengindir. Ayrıca Sokullu Mehmet Paşa’nın iki torununun kabri de caminin haziresindedir.

Hacerü’l Esved’in parçaları

Bugün, Sokullu Mehmed Paşa Camii’ni ziyaret ettiğimizde caminin giriş kapısının üzerine (2×3 cm), mihrabın üst orta kısmına (3×1.5 cm), minber giriş kapısının üzerine (1.5 cm) ve minber kubbesine (1.5 cm) altın varaklı çerçeve içerisinde yerleştirilen dört farklı yerde Hacerü’l Esved taşının parçalarını görebiliyoruz.

Sokullu Mehmet Paşa Camii’ndeki dört parça dışında İstanbul’da Kanuni Sultan Süleyman Paşa Türbesi’nin girişinde bir parça ve Edirne Eski Camii’nde de bir parça olmak üzere ülkemizde toplamda altı parça Hacerü’l Esved parçası bulunmaktadır.

Hacerü’l Esved taşının en büyük parçası Süleymaniye Camii’nde bulunan Kanuni Sultan Süleyman Türbesi’nde bulunuyor. Türbe kapısının üzerindeki saçağın altında yer alan parça 5 cm büyüklüğündedir. Mimar Sinan tarafından sikke şeklinde kesilerek yerleştirilmiştir.

Selam ve dua ile…