ABD ile DAEŞ arasındaki ilişkinin boyutu, şu günlerde BBC tarafından yapılan haberler nedeniyle yeniden gündemi meşgul etmeye başladı. İşin özüne bakılacak olursa, Rakka’dan yapılan tahliyeler bir kez daha, olan bitenin bir sır olmadığını göstermiştir. Bunun nedeni, 11 Eylül 2001 tarihinden beri terörizmin, ABD’nin bir dış politika aracına dönüşmüş olmasıdır. Dolayısıyla ABD ulusal çıkarlarını gerçekleştirebilmek adına, terörizmi aktif olarak kullanmaktadır. Rakka’dan yapılan tahliyeler de bunun bir göstergesidir.

Bu noktada üzerinde durulması gereken iki önemli konu vardır. Birincisi, aslında her şeyin herkes tarafından apaçık bir şekilde bilindiğidir. İkincisi ise, bu bilinirliğe rağmen, dünyanın içinde bulunduğu çaresizliktir. Kısaca, sorun bilgide değil çözümdedir. Uluslararası ilişkiler düzeni, bazı istisnalar dışında büyük ölçüde güce ve kuvvete dayanmaktadır. Askeri ve ekonomik güç, hak ve adaletin tesisi için değil, çıkara ulaşmak için kullanılmaktadır. Oyunun kurallarının güçlüler tarafından belirlendiği, hak ve hukukun güce endekslendiği bir sistem, çaresizliğin en önemli kaynağıdır. Ancak her şeye rağmen bu durumun “öğrenilmiş yerleşik çaresizliğe” dönüşmemesi için ayrı bir mücadele verilmelidir.

Dünyanın deviniminin zıt kutuplar sayesinde olduğu bilinmektedir. ABD’nin, dünyanın bu düzenini kendine göre uyarladığı iddia edilebilir. Şöyle ki, ABD’nin asimetrik gücünün kaynağı, kendi düşmanını bile kendisinin belirleyebileceği bir yapıya kavuşmasından kaynaklanmaktadır. Kendi sistemini sürekli diri ve zinde tutabilmek adına, zıt kutupları mükemmel bir şekilde kullanmayı becerebilmektedir. Kurmuş olduğu küresel sistemi daha kalıcı ve sürdürülebilir bir hale getirebilmek amacıyla, “her şey zıddıyla kaimdir” felsefesinin hayat bulmasını, böylece sistemin aksayan yönlerinin onarılmasını ve iyileştirilmesini sağlamaktadır.

Zıt kutuplara dayalı bu sistemin doğal sonucu olarak, “dost ve düşmanın sabit” olmadığı anlayışı ortaya çıkmaktadır. O halde ABD’nin evrensel düzeninin devamı için değişken ittifaklar kaçınılmazdır. Fakat ABD bu şekilde, aktarmaya çalıştığımız felsefeye göre hareket ederken, Ortadoğu’daki devletlerin “Katolik nikâhı tipi ittifak” sisteminde debelenmeleri, oldukça ilginç bir duruma işaret etmektedir.

“Katolik nikâhı tipi ittifak” düşüncesinin bölgede kaim olması; sabit, katı ve felsefi olmayan bir zihniyetin oluşmasına ve yerleşik bir hale dönüşmesine sebebiyet vermektedir. Bu yapıdan dolayı, etnik, mezhepsel ve ideolojik çatışmalar gerilemeye neden olmaktadır. Hâlbuki bu zıtlıkların, bir ilerlemeye neden olması gerekmektedir.

Ortadoğu’da, beş ülkeden on dört ülkenin çıkabileceği ve böylece ancak Ortadoğu’da barış ve istikrarın sağlanabileceği üzerine yürütülen tartışmaların, yukarıda bahsedilen nedenlerle sonunun gelmeyeceği görülmektedir. Türkiye ve Ortadoğu ülkelerinin birçoğundaki aydınların, Ortadoğu’ya sulh ve selamet getirecek proje ve fikirler üretmek yerine, enerjilerini “değişmez ve sabit düşman mitosuna” harcamalarını anlamak ve izah etmek mümkün değildir.

Benzer şekilde medya kuruluşlarının da aynı fikriyata hizmet ettiği görülmektedir. Böylesi bir süreç zihinsel sermayenin çoklu bir boyuta erişmesini engelleyerek devletlerde vizyon noksanlığına yol açmaktadır. Sonuç olarak bu kısırdöngüden insan kaynağını kurtarmadıkça büyük güçlerin oyunlarına piyon olmanın dışında bir rol beklentisine kapılmak beyhude bir davranışın ötesine geçemez.