Muhtarlarla buluşmak iyi fikir. Kendisine “muhtar bile olamaz” denilen birinden fevkalade kontra bir hareket. Fakat takdir edersiniz ki bir süre sonra “muhtar metaforu” etkisini kaybediyor. Sekiz yüz bin tane muhtarı üç yüz üç yüz Beştepe’ye toplasak süre yetmiyor. Bir kere başlamış da olduk, herkesi çağırmasak, o da olmayacak. Bir de muhtarların arada konuşmayı kesip bağıra çağıra konuşmaları filan da güzel de, etkisi kayboldu kabul edelim. Bir formül bulmak lazım.

DÖRT YÜZ BİN YENİ SEÇMEN

Bir sürü mesele için bir sürü yeni formül bulmak lazım zaten. Sırf muhtarlar değil sorun. Dört yüz bin seçmen bu seçimde ilk defa oy kullanacak mesela. 7 Haziran’dan bu yana dört-yüz-bin yeni seçmen… Neredeyse Lüksemburg’un nüfusu kadar. Tamam biraz abarttık ama 7 Haziran’da bu rakam 1 milyonu aşkındı. Onları da kat. Onlarla birlikte 2 milyon yeni seçmen. Bu türden bir seçmen kitlesi Belçika seçmen kitlesine eklemlense Avrupa Birliği’nde kriz olur. Anlayın ne büyük bir rakam bu. 18 yaşında hepsi. Barajı geçen bir parti için ortalama 5 milletvekili ediyorlar. Onlar için de bir formül lazım. Hayır sadece “oy” hesabı değil. Başka bir şey. Ne bileyim bir “kelebek etkisi” tasarlamak gerekiyor.

Tayyip Erdoğan başbakan olduğunda bu bebeler 5 yaşındaydı. Onları karşımıza alıp 28 Şubat’ı filan anlatıyoruz anlamıyorlar, ‘ya hu evladım Tayyip Erdoğan’a muhtar bile olamaz dediler; bak oradan buraya geldi bu adam’ diyoruz Roma Tarihi anlatıyoruz gibi dinliyorlar bizi. Duble yollar umurlarında değil, ‘Counter’ oynayarak büyümüşler, sabah uyandıklarında ilk işleri Twitter’a bakıp kendilerine gelen “mention”ları “fav”lamak. Kendilerine cep telefonundan ulaşmayan hiçbir şeye inanmıyorlar. Neyse.

Bu yeni nesil seçmen kitlesine de bir formül lazım.

ADEM ÖZKÖSE DE OLMASA

Bir de “ideolojik” düşünce koşar adım uzaklaşmış hepimizden. Adem Özköse de olmasa “İslam Ümmeti”nden haberimiz olmayacak. Neyiz, neredeyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz, adımız ne, neye inanıyoruz sorularının cevapları da takıldığımız ‘cafe’lerin valelerine teslim edilmiş durumda. Suriye’yi “kırmızı ışıklarda selpak satan çocuklar” bağlamının ötesinde görebilmeyi becermek lazım. Çok derdimiz var bizim, çok derdimiz var. Hizmet oburu olmuşuz. Dertler bize nüfuz edemiyor. Afrika mahzun, İslami hareket mahzun; tarih kültürümüz can çekişiyor, kültürel bakış açımız neredeyse sıfırlanmış, zeka tatile çıkmış, her şeyi ezberliyoruz. Film izlemek güzel, yabancı dizileri takip etmek hoş filan da ne bileyim bir “Hayatü’s Sahabe” rüzgarı gerekmiyor mu bize. Böyle üç beş tane itikadi ‘bağnazlık’. Hani “yaratmak Allah’a mahsustur” tarzında ‘bağnazlık’lar. Buna da çözüm üretmek lazım. Bir formül bulmak…

HACI EMMİLERLE BULUŞMAK

Yıllardır iktidardayız ama statükoya bulaşmak fena bir şey. Statüko denen şeyi yıkmak (hadi yıkmak demeyelim de karizmasını sarsmak) bize düşer, Fatih’te dört artı bir ev bulmuşuz gibi pat diye statükonun göbeğine yerleşmek bize yakışır mı?

İşte geçen gün Başbakan Davutoğlu’nun gençlerle sohbet halkası kurup hasbihal ederkenki fotoğraflarını görünce o yüzden çok mutlu oldum. “Bedava internet” iyi hoş ama bu tarz şeyler lazım bize. Bir söylem devrimi. Bir yaklaşım restorasyonu. Üstüne bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan 28 Ekim’de Hacı Emmilerle Beştepe’de buluşup; Keçiören’de yaşlı bir teyzeyi ziyaret edince daha da rahatladım. Hele Cumhurbaşkanını o yaşlı teyzeyi ziyaretinden sonra “normal bir apartmanın” kapısından çıkarken gördüm ya. İçim rahatladı.

Neydi o? ‘Yetmez ama evet’ miydi? 1 Kasım’dan sonra sonuç ne olursa olsun bu ülkenin zihin atmosferine yepyeni bir hava pompalamak lazım. İdeolojik düşünceyi, insan kaynaklarını, sosyal iletişimi ve hatta kültür sanatı, yüce idealler için bir enstrüman olarak yeniden tanımlamak zorundayız. Bunu daha önce başarmıştık, yine yapabiliriz. Köprülere, yollara, uçaklara, uydulara bayılıyoruz. Fakat ne bileyim “bize yeniden şarkılar söyleten atraksiyonlara” ihtiyacımız var. 1 Kasım’da sonuç ne olursa olsun, var buna ihtiyacımız. Nereden başlamalı ne yapmalı bilemiyorum ama, bu böyle, evet.