Demir bir leblebiydi Sultan Abdülhamid. Yutulmuyordu. (Bunu neden mi söylüyorum; evvela hatırlatmak sonra da Sultan İkinci Abdülhamid’in ölüm yıl dönümü yaklaştığından yâd etmek için.) Ve bu milleti yeniden diriltme hayalleriyle tutuşuyor, ecdadının yadigârı bir davayı bir an olsa zihninden çıkarmıyordu. Ama her bir yanda ihanet vardı. Otuz küsur yıl hem içerdeki hem de dışarıdaki düşmanlara direndi lakin yalnız adamdı, yetmedi gücü. Ve yeniden bir düzen kuruluyordu. Mazlumların kanı üzerine kurulan bir düzen… Rusya boğazlara inmek için planlar kuruyor, İngiltere dünyayı sömürmek için her bir yana saldırıyor, ölümle gelen zenginlik aklını başından alıyordu. Bir ölüm sarhoşluğu vardı başında ve dünyaya ölüm dağıtıyor, petrolün kendi ülkesine akmasını istiyor, zulüm kusuyor ve sömürüyordu her memleketi de yine doymuyor daha fazlasını istiyordu, Fransa sömürmek için Arap ve Afrika topraklarını gözlüyor, Almanya bu yeni kurulacak düzende kendine bir yer bulmaya, oyunun dışında kalmamaya çalışıyordu ve bu maksatların, planların her biri Osmanlı üzerinde toplanıyor hepsi ağızlarından salyalar akıtarak Osmanlı’nın tükenmesini bekliyorlardı. Ve onların yaptıkları planlarda mazlumlar hep ölüyordu. Ve artık mazluma çare olmaya Osmanlı’nın gücü yetmiyordu.

Biz bir Konstantin kadar vatanı sevmez miyiz?

Tahttan indirilmiş ve Selanik’e sürgüne gönderilmiş olan Abdülhamid Han, Balkan Savaşı bozgunu üzerine elden çıkmak üzere olan Selanik’ten alınarak İstanbul’a getirilmişti. Eski sultan Beylerbeyi Sarayı’nda gözetim altında tutuluyor ve buradan izleyebildiği kadarıyla ülkenin hazin halinden büyük bir elem duyuyordu.

Yine böyle İstanbul’da lakin İstanbul’a hasret olduğu günlerden birinde Talat Paşa, Tevfik Bey ve Fahrettin Ağa sabık sultan ile görüşmek için Beylerbeyi Sarayı’na gelmişlerdi. Temennadan sonra Talat Bey Sultan Reşad’ın selamını iletip geliş sebeplerini anlattı ve şöyle söyledi.

-“Acil bir tehlike olmamakla beraber vaziyet çok ciddidir. Düşman denizden ve karadan Çanakkale’yi zorluyor. Şiddetli savunmaya rağmen boğazı geçecek olursa padişah, hükümet ve hanedan esarete düşerek elim bir barış anlaşmasına mecbur kalmamak için gerek sultanımız ve gerekse de meclis Anadolu’ya geçip harbe oradan devam etmeye karar vermiştir. Hatta Sultanımız Mehmed Reşad için Konya’da bir konak dahi hazırlanmıştır.

Ve sultanımız bize bu korkulan vaziyet meydana gelirse sizin hangi şehirde ikamet buyurmak istediğinizi öğrenmemizi emrettiler.”

Abdülhamid Han söylenenleri sonuna kadar dinledi. Hiçbir şey söylemedi. Ve keskin bakışlarıyla tek tek gelenlerin gözlerine baktı, bir vakit öylece durduktan sonra;

“Şevketli biraderim Sultan Reşad’ın isteklerine bağlı olduğumu bildirmek isterim. Lakin endişesi tamamıyla gereksizdir. Eğer dokunulmamışsa Çanakkale surlarını ben zamanında tamir ettirmiştim, oradan hiçbir donanmanın geçmesi mümkün değildir. Lakin olur da öyle bir felaket başa gelirse sultanın yapacağı şey vatanını, milletini terk edip zelil olmak değil gerekirse yıkılan devletinin taşları altında can vermektir.

Ecdadımız Sultan Fatih bu beldeyi fethettiği zaman Bizans imparatoru Konstantin kaçmayıp yıkılan kalelerin altında can vermek cesaretini göstermişti. Biz Sultan Fatih’in torunları Konstantin’den aşağı kalmayız, kalmamalıyız. Bir Konstantin kadar değil miyiz biz?

Sultanımıza böylece arz edin.

Dedi ve sadece selam verip çıktı da gitti.

Ruhu şad, mekânı cennet olsun…