Filistin meselesi, mevcut uluslararası ilişkiler düzenini anlamaya yönelik birtakım fikirler vermesi bakımından dikkate değer bir örneklemdir. Öncelikle uluslararası barışı ve güvenliği korumakla mükellef kılınan ve bu konuda tüm üye ülkeler açısından bağlayıcı kararlar alabilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK), uluslararası barışı tehdit eden eylemler karşısındaki yetersizliği, Filistin meselesinin tarihsel gelişiminden rahatlıkla okunabiliyor.

BMGK’nın veto yetkisine sahip beş ayrıcalıklı üyesinin ( ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) uluslararası barışı ve güvenliği referans almak yerine, kendi ulusal çıkarlarına göre hareket etmesi, en fazla ön plana çıkan şikayettir.

Birçok uyuşmazlıkta olduğu gibi Filistin meselesinde de BMGK’nın tavrını, ihtilafa taraf olan ülkelerin veto yetkisine sahip beş daimi üyeyle kurmuş olduğu ilişkiler tayin ediyor. İşte bu noktada İsrail’in yalnızca ABD ile değil Rusya, Çin ve İngiltere’yle yakın ilişkiler içerisinde olması, BMGK Filistin meselesinde neden İsrail yayılmacılığına ve saldırganlığına sessiz kalıyor sorusunu yanıtlamaya yetiyor.

Dolayısıyla Filistin meselesi sadece İsrail ile Filistin arasında değil, ayrıcalıklı devletlerle İsrail arasındaki ilişkilerle de ilgilidir. O halde Filistin sorununun sınırlarını ve içeriğini, uluslararası ilişkilerin hukuk kurallarından öte, uluslararası ilişkilerin siyasi kuralları belirliyor denilebilir.

Ayrıca şunu da belirtmekte fayda var. İsrail saldırganlığına karşı BMGK üyelerine çağrıda bulunmak hukuki bir duruma işaret eden, “acziyet” göstergesi olmayan bir davranıştır. Zira bu çağrının maksadı, daimi üyeleri BM antlaşmasıyla kendilerine verilen görevleri yerine getirmeye davettir.

Filistin meselesi üzerinden uluslararası ilişkiler sistemini anlamaya katkı sağlayabilecek ikinci bir husus ise “Müslüman ülkeler” temelli geliştirilen retoriğin, sistemsel düzeyde bir karşılığının olmamasıdır. Bugünkü uluslararası sistemi “Hıristiyan”, “Yahudi” ve “Müslüman” ayrımı üzerinden tasnif etmek doğru bir yaklaşım değildir.

Kaldı ki Filistin sorunu sadece Müslümanlara veya Araplara ait bir mesele değildir. Bu mesele, uluslararası hukukun ve BM sisteminin sınandığı önemli bir sınavdır. Dolayısıyla Filistin meselesinde İsrail’in gayrimeşru eylemlerinin müsebbibi, BMGK’nın caydırıcılık rolünü yitirmesidir. Ayrıca bölgesel düzeyde İsrail’in saldırgan politikalarını önleyebilecek siyasi bir gücün yokluğu da bir diğer problemdir.

Üçüncü olarak, artık şunu da kabul etmek gerekiyor. Devlet başkanlarının, diplomatların ve askerlerin şekillendirdiği klasik uluslararası ilişkiler düzeni, gelişen iletişim teknolojisi nedeniyle tahtını küresel toplumla paylaşmak mecburiyetindedir.

Açıkça görüldüğü üzere Filistin meselesi, diplomatik sahada olduğu kadar sosyal medyada da yürütülen bir savaştır. Fakat bu alandaki mücadele, kaba kuvveti lanetleyen daha insani ve duygusaldır. O yüzden diplomatik zeminde güçlü olan İsrail’in aynı gücü benzer ölçüde uluslararası sosyal alana yansıtamadığı görülüyor. Nitekim “çocuklarla askerlerin savaşında” toplumun vicdanı her daim çocuklardan yanadır.

Sonuç itibariyle Filistin meselesinin, çatışmalardan beslenen uluslararası hâkim düzen ile bu düzene kafa tutan insanlık arasında sürdürülen bir kavga olduğu unutulmamalıdır. Bu yüzden önemli olan kimin kazanacağı değil, kimin yanında saf tutulduğudur.