Milyon dolarlık soru: Biz, o perdeye yansıyanların seyircisi miyiz yoksa hedefi mi?

Bir zamanlar sinema, insanın hikâyesini anlatan bir sanattı. Bir yönetmen, bir senarist, bir oyuncu; hepsi insan ruhunun derinliklerinde bir yer arardı. Ama artık o karanlık salonda izlediğimiz şey sadece bir film değil; bir ideolojinin, bir yaşam biçiminin, hatta bir medeniyetin pazarlama aracına dönüşmüş sinsi bir gösteri. Perdeye yansıyan ışık, artık sadece hikâyeleri değil, zihinleri de şekillendiriyor. Farkında olmadan, bir toplum olarak başkasının rüyasını izliyoruz.

Hollywood’un “altın çağı” dedikleri şey, aslında kültürel emperyalizmin en parlak dönemidir. Silahlarla alınamayan coğrafyalar, filmlerle fethedilmiştir. Kahraman hep “onlar”dır, kötüler genellikle “biz.” Bir ülke, dünyayı nasıl görmek istiyorsa o bakışı beyaz perdeye taşır. Ve milyonlarca insan, o gözlerle bakmaya başlar.

Bugünse o gözler, Gazze’de yaşananları görmemek için bilinçli biçimde kapanıyor. Hollywood’un ışıltılı kırmızı halısında insanlığın vicdanı sık sık ayaklar altında kalıyor. Kamera flaşlarının arasında “özgürlük” nutukları atan yıldızlar, konu Gazze’de bombalanan çocukların görüntüleri olduğunda sessizliğe gömülüyor. Kimi zaman ödül törenlerinde barış sembolleri takıyorlar, kimi zaman sosyal medyada birkaç cümlelik “üzüntü” mesajları paylaşıyorlar. Peki, o mesajların bir tanesi yıkılmış evlerin, paramparça olmuş hayatların tozuna bile dokunabiliyor mu?

Sinemanın küresel yıldızları, artık kendi vicdanlarını bile PR stratejileriyle yöneten birer markaya dönüştü. Onların sessizliği, bir ülkenin değil; insanlığın çöküşünü perde arkasından izletiyor bize.

Yine de bu sessizliğin içinde bazı sesler yankılanıyor. Mark Ruffalo gibi oyuncular, Hollywood’un sahte vitrinine rağmen gerçeği söyleme cesareti gösteriyor. Filmlerindeki kahramanlık pozlarını değil, insani duruşlarını ön plana çıkarıyorlar. Ruffalo, Gazze’de yaşananları “bir insanlık felaketi” olarak tanımlıyor; sanki “Onların bombaları varsa Gazze’nin “Hulk”u var” dercesine. Cillian Murphy gibi kimi oyuncular da benzer şekilde, savaşın dehşetini görmezden gelen sektörün ortasında durup “Bu sessizlik bizi de kirletiyor” diyebiliyor. Bu isimler belki azınlıkta ama onların varlığı, sinemanın tamamen teslim olmadığını gösteriyor.

Bir adım daha öteye geçelim. Javier Bardem, Jennifer Lawrence, Mahershala Ali gibi isimler yalnızca duruş koymakla kalmıyor; yaptıkları ortak açıklamalar, imzaladıkları mektuplar ve platformlarda verdikleri mesajlarla “sinema artık sadece eğlence değildir” diyorlar. Bardem, kırmızı halıda açıkça “Gazze’deki soykırımı kınıyorum” ifadelerini kullanırken; Lawrence, yaşananları “bir insanlık trajedisi” olarak niteliyor. Mahershala Ali de imzasını attığı açık çağrılarla sessiz kalmanın suça ortak olmak olduğunu vurguluyor. Ve gün geçtikçe, ismini tek tek sayamayacağımız nice büyük yıldızın kıymetli duruşları artıyor.

Bu tablo bize şunu söylüyor: Sinema hâlâ güçlü bir silah. Ama artık sadece büyük stüdyoların, küresel markaların zihinleri yönlendirmesine hizmet etmiyor. Aynı zamanda bir uyanışın eşiğinde duruyoruz. Kültürel emperyalizmin yükünü taşıyan bu perde biraz daha aralanıyor. Çünkü artık bazı sesler, bazı yüzler, bazı vicdanlar “oyunun senaryosunu” reddediyor.

Sinemanın içindeki bu çatışma, aslında çağımızın vicdan haritası gibi. Bir yanda milyonlarca dolarlık prodüksiyonlarla süslenmiş bir manipülasyon makinesi, diğer yanda hâlâ kalemini, kamerasını, sesini insanlık için kullanan birkaç cesur yürek.

Sinema hâlâ güçlü bir silah. Mesele bu silahın kimin elinde olduğu. Belki de artık sormamız gereken tek soru şu: Biz, o perdeye yansıyanların seyircisi miyiz yoksa hedefi mi?