EDWARD Said “Oryantalizm” adlı eserinde, Batı’yı ve Hıristiyan âlemini kastederek, “Doğu, ‘beriki’nin dilsiz ‘öteki’sidir” der, haklıdır!

Doğuştan sağır olanların konuşamadığını dünya tıp literatürü kabul eder, fakat doğuştan sağır olmayan Doğulu işittiği hâlde konuşmuyor ve kendisi üzerinde yapılan plânlara kulak tıkıyorsa, onun sağırlığının gerekçesini sorgulamak gerekir.

Ülkemizde Batı’nın (Orient) “öteki”leştirmesine ram olan sağır ve dilsizler için hayat zaten güzeldir. Onların laiklik, Kemalizm, sosyalizm, Marksizm, feminizm veya çökmüş olsa bile komünizm gibi tutunacak dalları vardır. Zira bu şekilde dilsizleştirilmiş olanların “öteki”liği, “beriki”nin kimliği hâline gelmiştir zaten. (Ki ülkemizde CHP, HDP ve FETÖ gibi patentli markaların söylediği, eylediği her şey, ötekileştiren Batı’nın başarısından başka bir şey değildir.)

Peki, ya ötekileştirildiğinin farkına vardığı hâlde dilsizliğe talip olmak neyin nesidir? “Edinilmiş çaresizlik” olarak mı cevaplamalıyız bu soruyu? Yoksa dilsizleştirilişimizin, dinsizleştirilmemizin eşiği olduğunu fehmedip gayret mi kesilmeliyiz?

Pek tabiî gayret kesileceğiz! Ancak bu gayreti göstermek için önce neden ve nasıl sağırlaştırıldığımızı ve dilsizleştirildiğimizi esaslı biçimde sorgulamak gerekir. Âdemoğlunun ilk vücut bulduğu, en kadim medeniyetlerin (Çin ve Hindistan gibi) kurulduğu, peygamberlerin indirildiği, son din İslâm’ın soluk aldığı Doğu (oksident), doğuştan dillidir ve söyleyecek, eyleyecek çok şeye sahip olmasına rağmen kendi üzerinde yapılan hesaplara kulaklarını tıkayan ve akıbetini dizlerini döverek seyreden bir coğrafya hâline getirilmiştir.

Doğu’nun dilsizliği doğuştan olmadığı için duyuyor ve sessiz sedasız kendine bahşedilen nimetleri tüketirken, Batı ise Şark’ın sahip olduğu maddî ve manevî tüm değerleri sömürme, değiştirme ve dönüştürme projelerini Doğu’nun sessizliği üzerine inşa ediyor. Bu ahvâl, Oryantalizmin tanımlarından sadece birini ispat ediyor: Tepkisiz ve o dilsiz “öteki”, Batı’nın zıddı ile kaim görüntüsünden başka bir şey değildir!

Sorgulama eğilimi gösterenler için adres bellidir: Şarkiyatçılık/Oryantalizm… Ve bu, bizim için yeni bir şey değildir. Zira ülkemizde “Doğulu-Batılı” yaklaşımı, orta yolu bulmakta zorlandığımız uzun soluklu ve derin bir meseledir.

18. yüzyıl başlarında tohumu atılan, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde körüklenen, II. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan “Batı hayranlığı” ve karşı refleks olarak gelişen “Batı düşmanlığı” arasında med cezir yaşadığımız malûmdur. Her ne kadar bu konuda şifahî ifadelerimiz son 10 yılda keskinliğini yitirmiş olsa da, sinsi ve sessiz bir ötekileştirme, bilinçlerimizin derininde varlığını koruyor ve hâlâ bizi meşgul ediyor.

Dünya tarihinin son 200 yılına baktığımızda, Oryantalizmin doğuşuna ve sadece bizim mazimizi değil, Japonya’dan Kore’ye, Çin’den Hindistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye, Mısır’dan Somali’ye, Ortadoğu’dan Balkanlara uzanan tesirine şahit oluruz. Çünkü adı geçen coğrafyaların, yakın ve uzak “Doğu” olmaları ve genellikle İslâm dinine müntesip oluşları, Oryantalistlerin etüt sahasını belirlemektedir.

Bulunduğumuz coğrafyadan Batı’ya baktığımızda Oryantalizmin önemli hedeflerinden biri olduğumuzu görmekle birlikte, kendi içimizi seyredince göreceğimiz hakikat, önce dilsiz, sonra dinsiz kalışımız olacaktır.

Vahyî tüm prensiplerin arlı-arsız tartışıldığı, camilerin ahıra dönüştürüldüğü, frak giymiş Sadettin Kaynak’a minberden hutbe okutulduğu, ezanın Türkçeleştirilip “Tanrı uludur” diye ünlendirildiği, örtülü kadının eğitim hakkının gasp edilip Arabistan’ın adres gösterildiği bu ülkede Kemalizmin, anayasanın, laikliğin vs. tartışılmazlığı, işte tam da Oryantalistlerin eseridir ve dilsizleştirilen toplumun dinine müdahalenin resmidir!

Peki, “Oryantalizm” (Şarkiyatçılık) nedir? / (Devam edecek…)