Tez harcar, çabuk eskitir olduk. Yenilere duyduğumuz ihtiyaç miktarınca yoksul, sahip olduklarımızı beğenmediğimiz nispette savurganlaşan bir toplum haline geldik.

Ne ile tamam olacağımızı kestiremediğimizden olmalı ki, eksiklerimiz tamamlamakla bitmiyor. “Daha fazla, daha iyi, daha güzel, daha yeni, daha kaliteli, daha geniş, daha büyük” gibi bir “daha”lar canavarına tutsak oldukça yetinmelerimiz azalıyor.

Elimizi neye ve kime atsak tükeniyor. Telaş içinde ömrümüz tükeniyor. Zaman işlerimizi yetiştiremeden tükeniyor. Cebimizde paramız tükeniyor. Dizlerimizde derman, kalplerimizde sevgi, kapılarımızda dost tükeniyor.

Tüketirken çoğalıyor yoksulluğumuz ve varlık içinde yok oluşun, gıyabi yoksulluğun menkıbesini yazıyoruz.

Varışlardan vazgeçtiğimizden beridir, bitip tükenmek bilmez bir yarışın koşucuları gibi mekik dokuyoruz alışveriş merkezlerine.

Dolaplarımızın boşluğundan değil, ruhumuzun açlığından düşüyoruz telaşa.  

Acaba baktığımız fiyat etiketi adedince hatır soruyor muyuz? Alışveriş merkezlerine gittiğimiz kadar, pencere önünde, beklemekten tükenmiş bir çift ıslak göze dokunmak için aldığımız eşya adedince gidebiliyor muyuz?

Neden her yer dar geliyor? Niye çarçabuk bunalıp sıkılıyoruz da bulunduğumuz mekanları, derdini dinlediğimiz dostları içimizden sessizce, “bunaldım” diye geçirerek terk etmeye yeltenir olduk? Neden bunca zamansızız?

Çünkü bizler tüketiciyiz. Üretsek de üretmesek de, tüketmeye mecbur edilenleriz.

Marka giyim kuşamlarla sınıf atlanıldığını zanneden, kariyeri eşya ile tesis etmeye yeltenen, tüketenlerle dolu ülkemiz.

Yetinemeyip aslımızı, neslimizi, tarihimizi, geleneğimizi, öz kültürümüzü minik minik kemirerek tüketmeye pek teşne kimilerimiz.

Oldum olası kulağımı tırmalayan, zihnimin bir köşesinde kullanılan anlamından ziyade bir meslek adıymışçasına canımı sıkan, üstelik ister istemez o kategoriye kendimin de girdiği “tüketici”lerdeniz.

“Tüketici” ifadesinin zihnimde bıraktığı tadı izah için “Tamirci” gibi bir meslek adını çağrıştırıyor desem haksızlık olur. Çünkü tamirciler bozulanı onarır ve bunu yaparken hayata bir katma değer kazandırırlar. Bozuk olan, çöp olarak hayata karışmamıştır ve tamircinin emeği tamir edilenin kullanım ömrünü arttırmıştır. Peki, nasıl kabullendik biz bu “Tüketici” yaftasını? Çünkü sorgusuz sualsiz değişmeye teşneyiz. “İzim”ler öyle buyuruyor!

İşte böylesi bir kabulle  “Tüketici Hakları” adı adında fişlenmiş durumdayız.  

Ne tuhaf bir adlandırmadır ki, temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için bile “tüketici” unvanı ile anılmak durumundayız hepimiz.

Mes’ud olsak gam değil. Tükettikçe hırs ve kıskançlığın tetiklendiğinden ve ardından gelen rekabet duygusuyla varışlardan vazgeçip sonunda göğüsleyeceğimiz bir ip ve hedef olmayan yarışlara girmişiz.

Tüketmenin hipnoz edici tesirine kapıldık ve derin yaralar aldık!

Unutmasaydık almakla değil, vermekle me’sud olacağımızı yenik düşmeyecektik kapitalizmin rekabet tufanına. Ve çiğnenmeyecektik varlığı, kariyeri, gücü, etkiyi, yetkiyi eşyanın heybetiyle bağdaştıran materyalizm çarklarının diş(li)leri arasında.

Kolay lokma olmayacaktık ve yutulmayacaktık toplumları bölüp parçalama projesi olan pek çok “izm” tarafından.

Yer değiştirmeyecekti doğru ile yanlış ve yanlışı hakikatten saymayacaktık.

Azla kanaat ederken paylaşacak, paylaştıkça saadetin kapılarını araladığımız gibi, gelir dengesini de koruyacaktık.

Böylesi vurdumduymaz, boş vermiş, kendi telaşı içinde koşuşturan nemelazımcılar olmayacaktık!

Bir kilo soğan fiyatına Belediye seçimlerinde İstanbul’u böyle harcamayacaktık!

Mahrem olan kazancımızı böyle ulu orta konuşmayacak, pahalılıktan bu kadar şikayet eder olmayacaktık!