Yarın 2 Haziran. Usta Edebiyatçı Orhan Kemal’in vefatının 50. yılı. Yıllardır Orhan Kemal ismini duyduğumda ve kitaplarını okuduğumda kocaman bir dağ belirir hayal perdemde.

Okurun gözünde yazarın canlanması ve hayal gücüne can vermesi edebiyatın hiçbir döneminde ilk olmadı. Fakat Türk edebiyatında derin izler bırakan büyük usta Orhan Kemal için durum benim gözümde biraz farklı oldu. Edebi dili ve sadeliğiyle Türk edebiyatında bayrağı öyle bir zirveye dikti ki kimsenin yanına yaklaşması söz konusu bile değil.

Yoksul çevrelerin, işçilerin, ezilenlerin ve gerçek halkın problemlerini ustalıkla romanına yansıtan üslubuyla gözümdeki yeri hep bir yanardağ gibi oldu. Vefat ettikten sonra da edebiyatı ve hayatı besleyen bir yanardağ…

Orhan Kemal’in bu dünyadan öteki aleme göçüşünün ardından yarım asır geçti. Orhan Kemal, asırlar boyu sürecek bir edebiyat birikimi bıraktı. Vefatının ardından yarım asır geçmesine rağmen biz ona dair ciddi bir iz bırakamadık. Kitap okumaktan mahkum olan ve gençliğinin en güzel yıllarını hapishanede geçirmek zorunda kalan bir yazardı Orhan Kemal.

Aslında edebi kimliğinin en eğitici, öğretici ve verimli yıllarını Bursa Cezaevi’nde geçirdiğini söylesek hiç de yanlış olmaz. Orhan Kemal üç buçuk yıl Türk edebiyatının bir başka usta ismi Nazım Hikmet ile oda arkadaşlığı yapar. Ne olursa orada olur. Belki üniversitede doktora yaparken alamayacağı eğitim öğretimi Nazım Hikmet’in yanında alır. Şiirden düz yazıya geçmesine Nazım Hikmet vesile olacaktır. Orhan Kemal’in roman alanında büyük bir usta olmasında o hapishanedeki üç buçuk yılın kıymeti çok fazladır.

Orhan Kemal hapishaneden çıktıktan sonra hem ekmeğini kazanır hem de yazmaya devam eder. Alın teriyle mürekkebini beyaz kağıda döktüğünde bu ülkenin gerçekliğini tüm çıplaklığıyla anlatan o güzel romanlar meydana gelecektir.

Ustanın bizlere bıraktığı mirastan sonra bizim neler yaptığımız şuanda işin en önemli kısmı diye düşünüyorum. Türk edebiyatından yabancı dillere en çok kitabı çevrilen isimlerin başında Orhan Kemal geliyor. Bu o kadar önemli ki dünyanın en batısından en doğusuna kadar geniş bir coğrafyayı etkisi altına almış bir yazarımız var demek. ‘Sessizlerin Sesi’ olan Orhan Kemal dünyayı etkisi altına almışken biz neden hala dünyanın farklı kıtalarında uluslararası sempozyum dizileri düzenleyemiyoruz? Bu uluslararası sempozyum ya da panel dizileriyle ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı bu yılı fırsat bilmelidir.

Orhan Kemal denildiğinde oğlu Işık Öğütçü’yü anmadan geçemeyeceğim. Yıllar önce kendisiyle Beyoğlu’nda bulunan Orhan Kemal Müzesi’nin altındaki İkbal Kahvesi’nde röportaj yapma fırsatı yakalamıştım. Orhan Kemal Müzesi’nin sorumlusu ve kurucusu olan Işık beyin babasıyla ilgili gayretini hep takdir ettim. Işık Öğütçü, babasıyla ilgili bir müze kuruyor, kitaplarının dünya coğrafyasındaki yerini takip ediyor, babasıyla ilgili biyografik ve fotobiyografik kitaplar kaleme alıyor, Orhan Kemal’in gün yüzüne çıkmayan birçok eserini gün yüzüne çıkarıyor.

Mutlaka söylemeyi unuttuğum şeyler olabilir ama Işık Bey aslında tek başına bir enstitü gibi çalışıyor. Peki Işık Bey’in enstitü gibi çalışması ne kadar yeterli? Çukurova Üniversitesi bünyesinde Orhan Kemal Araştırma Enstitüsü hemen kurulmalı diye düşünüyorum. Her yıl doktora ve yüksek lisans tezleri Orhan Kemal’in edebiyatını kritik etmekte inanılmaz bir fayda sağlamaz mı?

Orhan Kemal’in bazı romanlarının dizi ve filmlerimizi etkilediğini biliyoruz. Bunların yanında biyografik bir tiyatro oyunu, film, ya da dijital platformlarda yayınlanacak bir dizi onun hatırasına ve ülkemizin edebiyat iklimine yakışmaz mı? Yıllardır ülkemizde ‘yerlilik’ çizgisi aranıyor. Bizi bize en güzel üslupla anlatan her edebiyatçımız yerlilik çizgisinde bulunuyor. Hangi yazar hangi çizgide tartışmasından öte yazarlarımızın çizgileri dilimizi nasıl beslemiş diye düşünmek gerekmez mi?