Birkaç gündür ekonomi gündemini, Credit Suisse ve Deutsche Bank'a ilişkin kredi risk primlerinin 2008'den bu yana görülmemiş bir noktaya ulaşması ve hisse değerlerindeki düşüşlerden ötürü "Yeni bir Lehman Brothers vakası ile mi karşı karşıyayız?" sorusu meşgul ediyor.

2,8 trilyon dolarlık bir varlık büyüklüğünü kontrol eden bu iki yatırım bankası an itibariyle artık birer saatli bomba.

2022 başından bu yana Credit Suisse'in hisse değeri %60'tan (9,83 dolardan 3,92 dolara, Deutsche Bank'ın ise %40'tan (12,30 dolardan 7,40 dolara)  fazla erimiş durumda.

Kredi risk primlerine bakıldığındaysa Mortgage Krizi'nden bu yana görülmemiş acı bir seviyeye sürüklenildi. Credit Suisse 250'yi, Deutsche Bank ise 157'yi aştı.

Avrupa'da her gün bir başka sanayi devinin havlu attığı, okullarda battaniyelerle eğitimin devam ettiği, başbakanların boğazlı kazaklarla dolaşıp örnek olmaya çalıştığı, özellikle Almanya'nın gaz tedariki için Orta Doğu'da kapı kapı gezdiği bir dönemde sıra kaçınılmaz olarak bankacılık krizlerine geldi çattı. 40 yıldır görülmemiş bir enflasyon sürecini, üstelik talep kaynaklı değil, enerji arzı kaynaklı olan bir sorunu faiz artışı ile çözmeye çalışan ABD'nin peşine takılan Avrupa, acı sona doğru adım adım ilerliyor. İster inanın ister inanmayın, şu anki denkleme Kuzey'de, Orta Doğu'da, Ege Denizi'nde ya da Pasifik'te yaşanacak en ufak bir çatışma dahi yeni bir bilinmeyen olarak eklenirse Avrupa'nın çok kısa sürede 3 haneli enflasyonla bile karşılaşması kuvvetli bir gelecek projeksiyonuna dönüşebilir.

Böyle karmaşık bir dönemde sadece Deutsche Bank gibi, uluslararası finans sisteminin en kritik ajanlarından birinin bile ayağının kayması tüm Avrupa'yı cehenneme çevirebilir.

Peki, ne olacak? İhtimaller iki ana başlık altında toplanıyor. Birincisi; dün akşam BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı Genel Sekreteri Grynspan, "FED ve Avrupa Merkez Bankası gibi gelişmiş ülkelerdeki merkez bankalarının faizleri artırmaya devam etmesi küresel ekonomiyi resesyona ve ardından uzun süreli durgunluğa itme riski taşıyor." şeklindeki açıklamasında davet ettiği üzere, havlu atılacak ve bu sıkılaştırma politikaları bitip tekrar kurtarma paketleri vs. ile genişlemeci politikalara dönülüp restorasyon dönemi başlanacak. Fakat bu süreçle Batı'nın değer kaybeden paraları rezerv para olmaktan çıkıp Asya merkezli tekno-otokratlarca kurgulanan yeni bir dünya düzeninin kapısını aralayacağından bunca tantanadan sonra böyle basit bir teslimiyeti yakın zamanda beklemek saflık olur. Bu dünya ekonomi tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir yumuşak geçiş, taht değişikliği demek...

İlerleyen süreçte ne olur bilinmez ama daha 28 Eylül'de ECB Başkanı Lagarde'ın "Zayıf büyümeye rağmen enflasyonu kontrol altına almak için faizleri artırmaya devam etmeleri gerektiğini" söylemesinden anlıyoruz ki işleri bu kadar karıştırıp dünyayı kaosa sürükleyenlerin ajandasında belirttiğimiz birinci ihtimale yönelik bir projeksiyon yok. Yani dünyayı oluşturdukları bu sürecin sonunda ulaştırmak istedikleri hedefe doğru sürüklemeye devam edecekler.

Diğer ihtimal ise, ABD'nin süreci sonuna kadar sertleştirmesi ve vekalet savaşıyla tahtını sallayanlarla ne pahasına olursa olsun mücadele ederek tahtını herhangi bir ulus devletle ya da ulus devletlerden oluşan iş birliklerine değil, tekno-demokratlar olarak tanımlanan uluslararası kurumlara/kuruluşlara/şirketlere devretmek aracılığı ile yeni bir ekonomi-finans düzeninin kurulmasını sağlaması.

Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü, Gıda ve Tarım Örgütü, Dünya Bankası gibi küresel örgütlerin ve trilyonlarca dolarlık değerlere sahip teknoloji, finans, sanayi, enerji şirketlerin yöneticilerinden oluşan bir elit topluluğun en baştan tasarladığı bir dünya...

Görüldüğü üzere iki ihtimal de dünyayı ve özellikle ekonomik sistemi baştan sona değiştirecek cinsten devrimleri içeriyor. Bütün mesele de bu zaten.

Pandemiden beri duyduğumuz “büyük sıfırlama”, iki asır önce kurdukları ve günümüz itibariyle iyice çatırdayan sömürü düzenini ebediyen kalıcı hâle getirmek için ikinci ihtimalin peşinde dünyayı kaosa sürükleyen Batı'yı temsil ederken, birinci ihtimalin baş kahramanı ise Londra sermayesinin binbir emekle ABD sonrası dünya için hazırladığı Çin olarak karşımıza çıkıyor. Bir de bu planların tam ortasında her iki taraf için de çıban gibi duran Rusya ile Türkiye var. Tahta kimin oturacağı da tam olarak bu iki güce bağlı. İşte bu denklemden ötürü bir manada Rusya ve Türkiye kader birliği içinde.

Hasılı, kaosu düzeltmesini beklediğimiz kurumlar aslında zaten bu sürecin mimarları olduğundan özellikle Avrupa çok daha kötü günler ve gelişmelerle karşılaşacak. Rusya'ya hem ABD, hem İngiltere hem de örtülü olarak Çin'den hamleler gelmeye devam edecek. Türkiye ise çok kritik bir pozisyonda. Çin ve Rusya dostlukla, ABD ise sürekli artan bir baskıyla iletişim kurma çalışmalarına devam edecek. Pozisyonumuzu koruyabilirsek önümüzde zorlu ama başarabilirsek çok güzel günler var...