Silikon Vadisi Bankası, Credit Suisse ve Deutsche Bank’ın medyada dolanan isimleri ile sade vatandaşımızın bile ciddi derecede dikkatini çekmeye başlayan ABD ve Avrupa’da yaşanan bankacılık krizi herkesi yakın geleceğimizle alakalı olarak tedirgin etmeye devam ediyor.

Ekonomi okuryazarlığı diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha üstte olan milletimizin bu istidadı kazanmasında muhakkak ki kuruluşundan bu yana ülkemizdeki ekonomik buhranların etkisi büyük. Hele ki 90’ların sonundan 2002’ye kadar süren sürecin payı çok ön planda.

Fakat yaşanan bunca kriz esnasında işler gelip sonunda muhakkak bankacılık sektörünü vursa da genellikle krizlerin temelinde kamu borçları ve döviz eksikliği olduğundan milletimizin ekonomik okuryazarlığını yükselten süreçler yaşansa da finansal okuryazarlık konusunda çok fazla kendimizi geliştiremedik.

Faiz oranlarını, döviz kurlarını, işsizliği, GSYH’yi, cari açığı ve daha nice kavramları yakından tanımamıza rağmen millet olarak bankacılık sisteminin çalışma prensiplerini, bankalarca dijital paranın nasıl üretildiğini, Merkez Bankası-Hazine-Bankalar arasındaki iç borçlanma senetleri üzerinden gerçekleştirilen parasal genişleme-daraltmayı, likidite sağlama ve azaltmayı öğrenemedik.

Bugün cebimizde taşıdığımız ve para olarak isimlendirdiğimiz banknotların aslında birer borç senedi olduğunu ve basıldığı andan itibaren iç borçlanma senetleri ve borçlanma pencereleri üzerinden hazine ve bankaların içinde olduğu bir sisteme faizli olarak verildiğini, yani ilk andan itibaren üzerlerinde faiz işlediğini anlatamadık.

Öylesine anlatamadık ki bu bahsettiğim süreçler hakkında en iyi üniversitelerin ekonomi-iktisat bölümlerinden mezun olan parlak gençlerin %99’u dahi haberdar değil. Onlara dahi öğretemediğimiz ya da belirli sebeplerle öğretmediğimiz -kafamda gerçekten bu konuyla ilgili ilginç komplo teorileri var- şeyleri bir şekilde finans sisteminde istihdam olunmayan insanlarımızın bilmesini beklemek saflık olur. Ki finans sisteminde istihdam olunan binlerce insanın dahi bu meselelerle ilgili sadece tutarsız birkaç fikir ve tahminden başka bir şeyinin olmadığını görüyoruz.

Tüm bunlarla beraber insanımızın da hakkını yemeyelim. Dünyanın hemen hemen hiçbir ülkesinde sade vatandaşlar bu işlerden anlamaz. Son derece karmaşıktır. Hatta sistemin sahipleri tarafından bu işin anlaşılmaması için her türlü önlem alınır. Çünkü meselenin dibinde inanılmaz derecede büyük menfaatler vardır ve düzenin sahipleri dünyayı kontrol etmelerini sağlayan bu en önemli silahlarının mahiyetinin bilinmesini istemez. Fakat yine de öğrenmek isteyenler için her şey ortadadır. Sadece ortada olanı saklamak için uğraşırlar. Daha fazlasını yapmaları mümkün değildir.

Bizim akdemi dünyamızdan olmasa da dünyanın çeşitli coğrafyalarından paranın borca dayalı olarak üretilmesini yani para üretmek için sürekli daha fazla borçlanılmasını emreden bu sistemi eleştirmiş ve bunun ne denli büyük bir sömürü oluşturduğunu ortaya koyarak alternatifler ortaya koymuşlardır.

Bu alternatifleri ortaya koyarken de borca dayalı ve kısmi rezervlerle çalışan bu sistemin sürekli halde krizlere açık olduğunu, her an kaldıraçlarla çalışmasından ötürü çok büyük riskler ihtiva ettiğini, borcun ve türevlerin kaçınılmaz şekilde balonlaşarak ponzi ağları oluşturduğunu kanıtlayan bu akademisyenlerin birçoğu dünyanın en ünlü iktisatçıları arasında olmasına rağmen dünya halklarında gereken finansal okuryazarlık gelişmediğinden ne anlattıklarını kavramak mümkün olmamış, işin daha da kötüsü bu meseleler akademi dünyasında bile bunca star derecesindeki insanlar tarafından savunulmasına rağmen çok küçük alanlara sıkışmış ve gerektiği gibi tesirler ortaya çıkaramamıştır.

Önceden belirlenmiş sabit bir faize ve risk transferine dayalı bu sisteme karşı risk paylaşımı ve öz sermaye finansmanına dayalı bir sistem oluşturmak adına yakın zamanda Laurence Kotlikoff “Sınırlı Amaç Bankacılığı” adıyla ve ondan çok daha önce 1933 yılında Henry Simons, Frank Knight, Aaron Director ve birkaç Şikago Üniversitesi hocası tarafından da “Şikago Planı” olarak isimlendirilen ve ilerleyen yıllarda Yale’den Nobel ödüllü efsane ekonomist Irving Fisher tarafından desteklenen teoriler ortaya konulup finansal krizlerin temelinde parasal krizlerin var olduğu ileri sürülüp borca dayalı şekilde para üretiminin ortadan kaldırılması, terse dönen kredi piramidinin düzeltilmesi, yüksek kaldıraçlı finansal işlemlerin tasfiye edilip yasaklanması, borç tabanlı türev ürünlerin oluşturulmasına izin verilmemesi salık verildi. Yani bankaların para üretiminin önlenerek paranın sadece devlet tarafından üretilmesi, oluşturulan kısmi rezerve dayalı paralarla tekrar rezerv oluşturularak yeni para üretiminin önüne geçilmesi, bu sayede kronik deflasyon ve enflasyonların önlenmesi, aktif-pasif yönetimlerinde bankalardaki kısa vadeli mevduatların uzun vadeli krediler ile eşleştirilememesinden ötürü ortaya çıkan krizlerin bir daha yaşanmaması, bu sayede de son dönemde SVB ve Credit Suisse’de gördüğümüz, 2000’li yılların başında da ülkemizde gördüğümüz bankalardan paraların  çekilmesi sonucu bankaların batması tehlikesinin ortadan kaldırılması amaçlandı. Basit bir dille anlatılacak olursa paradan para üretiminin yasaklanması, bankalardaki paraların sabit faizlerle vadelerine uyumsuz olarak dağıtılması yerine risk paylaşımı esaslı olarak gerçek ekonomiye yönlendirilmesi teklif edildi.

Şikago Okulu tarafından yapılan bu teklif aslında bugün ülkemizde Katılım Bankaları ismiyle faaliyette olan İslami Bankaların teklif ettiği risk paylaşımı temelli çalışma sisteminin bire bir aynısı. Uzun yıllar boyu teorik alt yapısı hazırlandıktan sonra 70’li yılların sonundan itibaren dünyada yayılmaya başlayan İslami Bankalar aslen tam da bunu okulun ileri sürdüğü çerçevede bir bankacılık anlayışı ile müşterileri ile iletişim kurmaya ve onları öz sermaye-risk paylaşımı temelinde bir ortaklık oluşturmaya davet ediyor.

Fakat ne yazık ki hâkim olan finans sistemi kısmi rezerv bankacılığına ve borca dayalı bir para sistemine bağlı olduğundan yani paranın üretimi ortaya çıkan ürün değerine göre değil de yaratılan borç toplamına göre gerçekleştirildiğinden şimdilik dünyaya teklif ettikleri, diledikleri gibi sonuçlar üretemiyorlar.

Diğer yandan 40 yılı aşkındır faaliyette olan bu bankalar ve onlarla beraber ortaya çıkan ekosistemin diğer kurumları ve alanları hızla büyüyerek masada yerlerini sağlamlaştırmanın yanında yavaş yavaş masada söz sahibi olmaya ve temsil yetkisi kazanmaya yaklaşıyorlar. İslam Dünyası açısından Malezya bugün bu alanda son derece önemli mesafe kat etmiş durumda. Türkiye ise tarihsel mirasından ötürü bu alanda potansiyeli en büyük ülke olmasına rağmen görece geriden gelse de her geçen gün daha sağlam adımlarla masadaki en güçlü temsilci olmaya doğru ilerliyor.

Birkaç gün önce Meclise gelen Katılım Finans Kanunu Teklifi bu yolda atılan en büyük ve en etkili adım olacak gibi gözüküyor. Milletimize ve insanlığa faydalı olması dileğiyle…